spot_img
spot_img
Ana SayfaSeçtiklerimizGöçmenler… misafir mi, istilacı mı, işçi mi? - Murat Çakır

Göçmenler… misafir mi, istilacı mı, işçi mi? – Murat Çakır

28 Mayıs Pazar günü Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu yapılacak. Ata İttifakı’nın adayı Sinan Oğan Erdoğan’ı, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ ise Kılıçdaroğlu’nu (bir protokol çerçevesinde) desteklediğini açıkladı. Görüşmelerin merkezindeki konulardan biri ise göçmenlerdi. Bu noktada Türkiye’deki göçmenlerin durumunu değerlendirmek gerekiyor.

‘En alttakiler’

Devrimci mücadele ile tanıştığım ilk dönemde okuduğum romanlardan biriydi Günter Wallraff’ın yazdığı En Alttakiler. Kitapta Federal Almanya’ya yapılan Türk işgücü göçü ele alınır. Gazeteci Walraff, bir Türk işçisi kimliğine girip başından geçenleri anlatır. Türk işçiler, dünyaca ünlü firmalarda çalışmaktadır. Ancak en ağır işleri, çok fazla çalışarak ve en az ücretle yaparlar. Sosyal hakları kısıtlı, ayrımcılık içinde, çift vardiya ve iş güvenliği olmayan koşullarda ölümüne çalışmaktadırlar. İşçiler içinde kaçak çalışanlar da vardı veya herhangi bir nedenle sınır dışı edilmekten korkuyorlardı. Walraff’ın büründüğü Ali karakteri de işte kötü çalışma koşullarına maruz kaldı. “Sadece çalıştığı işyerlerinde değil, günlük yaşamında da, akıcı Almanca konuşmasına ve örneğin bir Almanya–Türkiye futbol karşılaşmasında, Almanlar lehine tezahürat yapmasına rağmen, görünümü yabancı olduğu için, ‘Türkler defolun’, ‘Almanya Almanlarındır’ gibi düşmanlıklara maruz kalmış, çeşitli hakaretlere uğramış, saçlarına sigara atılmış ve kafasından aşağı bira boşaltılmıştır…”

1960’lı yıllarda Almanya, Türk işçilerini sanayisini yeniden yapılandırmak için istedi ve çalışmaya gidenler de kalifiye bir emekti. Ancak asbestli ortamlarda, nükleer ışına maruz kalan, kötü çalışma koşullarında çalışan işçiler iş cinayetlerinde öldü ya da kansere yakalandı. Yani kanlarını ve canlarını bıraktı. Türkiye’den Almanya’ya ilk giden göçmen grupları daha sonra gelecek göçmen grubunu da belirlediler. Bir komünite oluştu ve giderek gelişti (aileler, akrabalar, eşler). Bu yüzden Almanya’ya göç 1974’te yasaklanmasına karşın bitmedi, devamı geldi. Türk işçiler uğradıkları ‘ayrımcılık’ ve ‘dışlanma’ yüzünden içe kapandılar ve kendi gettolarını oluşturdular.

Alman devleti ise Türk işçileri üretim araçlarının bir parçası olarak gördü ve bu göçün insani boyutunu yıllarca görmezden geldi. Türkler misafir işçi (gastarbeiter) olarak görüldü, üç beş sene çalışıp geri dönecekler diye bakıldı, resmi makamlardan “emek talep ettik, insan geldi” diye açıklamalar yapıldı. Almanya’nın Türk işçileri ‘misafir’ olarak görmesi 1996 yılına kadar devam etti…

Bu süreci iki nedenden dolayı örnek vermek istedim. Birinci olarak, uluslararası göç hareketlerine bakarken en azından ön yargıları kırıp ‘anlamak’ ve ‘empati yapmak’ için Federal Almanya’ya yapılan ‘Türk işgücü göçünü’ hatırlamak gerekir. Dikkat ederseniz Almanya da “biz emek gücü istedik ama bir süre sonra geri döneceğini düşünüyorduk” diyerek milyonlarca Türk işçiyi yıllarca ‘misafir’ olarak gördü. Türk işçiler çok kötü koşullarda çalıştırılıp sağlıklarını bıraktılar ve sosyal yaşamda da dışlandılar. İkinci olarak Almanya’dan gelen seçim sonuçlarında ağırlıklı olarak Erdoğan ve AKP sonucu çıktı. Sosyal medyada ilerici, demokrat kesimler hatta sosyalistler bile bu insanlarımızı ‘tuzu kuru’ olarak niteleyip “nasılsa Türkiye’de siz yaşamıyorsunuz ama aldığınız eurolarla burada rahatsınız” gibi suçlamalarda bulundular. Ancak aldıkları iki bin euro yıllarca çalışmanın yetersiz bir karşılığı ve Almanya’da asgari yaşam standartlarını ifade ediyor. Ayrıca Türk devletinin Diyanet’ten tutun onlarca derneğe kadar Avrupa’da derin bir örgütlenmesi mevcut. Bizim yapmamız gereken Almanya’da çalışan Türk işçisi ile Türkiyeli işçilerin TL üzerinden ücretlerini (yaşam standartlarını) karşılaştırıp bir sınıf içi bölünme daha mı oluşturmak yoksa Türkiye, Almanya vs. fark etmez işçilerin enternasyonalist mücadelesini mi örmek?[1]

Türkiye’de Suriyeli ve Afganistanlı göçmen işçiler

Konuyu mücadele alanım olan işçi sağlığı ve iş güvenliğinden örnekler vererek değerlendirmek istiyorum. Türkiye’de 2013 yılından beri en az 865 göçmen işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Yukarıdaki tabloya bakılırsa (pandemi dönemi hariç çünkü pandemiden ölen göçmenler tespit edilemedi) göçmen işçi ölümlerinin tüm iş cinayetlerindeki oranı neredeyse sürekli yükselerek yüzde 6-7 civarına geldi. Bu ölümlerin yüzde 50’sini Suriyeli, yüzde 18’ini ise Afganistanlı işçiler oluşturuyor. Yani fabrikalarda, atölyelerde, tarlalarda ve sokakta en çok Suriyeli ve Afganistanlılarla karşılaşıyoruz. Bu durum, Türkiye’de 5-6 milyon Suriyeli ve 1 milyon civarında Afganistanlı olduğu gerçeğine paralel bir izdüşümü veriyor.

Suriyeli işçi ölümlerinin yüzde 35’i inşaat, yüzde 32’si tarım, yüzde 29’u sanayi ve yüzde 4’ü hizmet sektörlerinde; Afganistanlı işçi ölümlerinin yüzde 51’i tarımda, yüzde 21’i inşaatta, yüzde 16’sı sanayide ve yüzde 12’si hizmet sektörlerinde meydana geldi. Buradan da hareketle sektörel olarak göçmen işçilere dair şunlar söylenebilir:

1- Suriyeli işçiler mevsimlik tarımda ve Afganistanlı işçiler ise çobanlık yapmakta öne çıkıyorlar. Tarım işkolunda daha düşük ücretlerle ve daha kötü koşullarda çalışmaları, bu alanda yoğun olan Kürt işçilerin (bazen Batı’da da Türk tarla işçilerinin) yedek işgücü olmalarını sağlıyor.

2- Aynı durumun tezahürü inşaatlarda da söz konusu. Özellikle kaba inşaatlarda öne çıkan Suriyeli ve Afganistanlı emeği bu alanda yoğun olan Türkiyeli emek gücünün (Ordulu, Samsunlu, Çorumlu, Vanlı, Ağrılı) yedeği haline geldi.

3- Bu durum sanayide de yaşandı. Özellikle Türkiye’nin her yerinde son yıllarda bir organize sanayi gerçekliği söz konusu. Tekstil, metal, gıda, kimya gibi sanayi işkollarında göçmen emeği Türkiyeli işgücüne bir alternatif olarak görülmeye başladı.

4- Son olarak Suriyeliler belediye taşeronlarında (yol bakım-tamir) istihdam edilmeye başlandı. Yine katı atık toplayıcılığında göçmen emeği hakim hale gelmeye başladı.

Bu gelişmeler günden güne yaşam koşulları gerileyen, örgütsüz ve sosyalist mücadeleden uzak işçi sınıfı içinde değişimlere/tepkilere yol açtı:[2]

1- Önceleri mevsimlik tarım işlerinde, inşaatlarda, katı atık toplayıcılığında çalışan göçmen işçiler daha sonra sanayinin birçok dalında da önemli bir işgücü haline geldi. Özellikle tekstil alanında boy gösteren sermaye temsilcilerinin ‘ucuz işgücü talebi’ açıklamalarını görsek de göçmen emeği metal, gıda, kimya, ağaç, maden, çimento gibi işkollarında da özellikle taşeronlar eliyle yedek işgücü haline geldi.

2- Sendikasız, çoğunlukla sigortasız çalışan göçmen işçiler bulundukları her alanda uzun-yoğun-fazla çalışmaya maruz kaldılar ve en az ücretle en sağlıksız koşullarda çalıştılar.

3- Bu durum sınıf içi bölünme oluşturmak için patronların çok işine yaradı. Çalışma yaşamının bir bütün olarak güvencesizleştirilmesinde göçmen emeği önemli bir rol oynadı. Örgütlü işyerlerinde grev kırıcılık için göçmen emeğine başvuruldu.

4- “Geçici koruma kapsamında muayene dahil hastanede birtakım sağlık hakkı edinen Suriyeli işçiler (Afganistanlı işçilerin böyle bir hakkı yok), özellikle işsiz kalan ya da işsiz kalma baskısı yaşayan Türkiyeli işçilerin tepkisine neden oluyor.” Yani işsizliğin (hayat pahalılığının) bir numaralı nedeni olarak göçmen işçiler hedef haline getirildi.

İşçileri yönetmek için yukarıda saydığım (sayamadığım) sürece ilaveten yerli/yabancı gibi kodlamalarla da proleterleştirme süreçleri yönetildi/yönetiliyor…

Yoksulluğumuzun nedeni sermaye iktidarı/saray rejimidir

Emperyalist savaşlar, bölgesel askeri müdahaleler ve sömürge politikaları coğrafyaları yeniden şekillendirirken küresel ölçekte nüfus hareketliliğini hızlandırıyor. AKP iktidarının AB ile yaptığı anlaşmalar sonucu ‘açık hava hapishanesine’ dönen Türkiye’de de işgücü piyasasına katılan göçmenlerin sayısı hızla çoğalıyor. Güncel olarak göçmenler seçim sürecinin bir malzemesi haline getirildi. Ancak çözüme dair adım atmak istiyorsak şu hususları öne çıkarmamız gerekir:

* AKP iktidarının 21 yıllık yanlış dış politikasını eleştirmek gerekiyor. Erdoğan ve özellikle Yeni Osmanlı projesinin mimarı olan Davutoğlu zamanında başta Suriye olmak üzere atılan adımların sonucunu görüyoruz. Esad’ın iktidarının bir ay içinde devrileceği ve Emevi Camii’ne gidip namaz kılınacağı görüşüyle emperyalist müdahalelerin bir parçası olunmuş ve sınırlar kontrolsüz bir biçimde Suriyelilere açılmıştı. Çünkü ‘misafir’ olarak gelen Suriyeliler bir ay sonra ‘özgürleşen’ Suriye’ye döneceklerdi. Evdeki hesap çarşıya uymadı!

* Suriye politikası bununla sınırlı kalmadı. ÖSO, devletin organik bir parçasıymış gibi örgütlendirildi. Diğer cihatçı örgütlerle ilişkiler geliştirildi. Terörle mücadele adıyla Suriye’nin kuzey (Rojava) bölgesine yapılan askeri operasyonlar sonucu üç cep oluşturuldu. Bu bölgelerde PTT, sağlık ocağı, meslek yüksek okulu hizmetleri verilmeye başlandı ve organize sanayi bölgeleri açılarak Kilis-Antep bölgesine entegre edildi.

* Afganistan’a 2001 yılında yapılan müdahale sonucu Türkiye ISAF komutanlıkları yaptı. Hatta geçen yıla kadar uluslararası havaalanının yeniden yapımını üstlenmeye çalıştı. Bu 22 yılda kurulan (insan kaçakçılığı) ağları sonucu Türkiye’ye Afganistanlı işgücü göçü yaşandı.

* “Göçmenlerin hakları var” demek hemen “nereden fonlanıyorsunuz” suçlamasına yol açıyor. Emek hareketi ve sosyalistler bir yerden fonlanmıyor. Başta ‘AB Geri Kabul Anlaşması’ olmak üzere Avrupa Birliği iktidara (bağlı kurumlarına) göçmenleri Türkiye’de tutmak karşılığı ‘destek planı’ adıyla milyarlarca euro yardım ediyor.

Birçok neden ortaya konulabilir. Ancak Türkiye’de yoksulluk, kriminal olaylar, sosyal algılar vd. nedenlerle yaşanan gerçekliğin suçlusu olarak göçmenler günah keçisi haline getiriliyor. Evet, Türkiye’nin sınırları yol geçen hanı olmamalı. Evet, göçmenlerin içindeki cihadist unsurlara dönük tedbirler alınmalı (ama bu dışsal değil içsel bir olgu, o yüzden bir rejim sorunu). Ancak bunlar için birinci olarak AB Geri Kabul Anlaşması başta olmak üzere benzer anlaşmalar çöpe atılmalıdır. İkinci olarak Türkiye başka ülkelerin topraklarında o ülkenin rızası olmadan asker bulundurmamalıdır. Üçüncü olarak göçmenlerin geri dönüşleri uluslararası sözleşmelerin ışığında gerçekleştirilmelidir. Son olarak bu tablonun sorumlusu AKP’dir, Saray Rejimi’dir, sermayedir; onların kafa yapısını farklı varyasyonlarla taşımamamız kendi çizgimizi oluşturmamız gerektiğinin her zaman bilincinde olmalıyız.

Günter Wallraff kitabında “bir parça Apartheid içimizde” diye yazıyordu. Eğer proleterleşen kitlelerin en zayıf kesimi olan göçmenlere karşı ayrımcı bir bakış açısını kabullenirsek bu böyle kalmaz. Akabinde kayyımlar çok farklı gerekçelerle meşrulaştırılır. Gündelik yaşantımızda evvelki kuşağın işçileri olan yaşlılara genç kuşak “neden yoğun saatte otobüse biniyorsunuz, bunların elinden kartları alınmalı” der. Kıdemli işçiler genç/çocuk işçilere, erkek işçiler kadın işçilere ekonomik ve sosyal gerekçelerle ayrımcı davranır vs. Bir kere duruşunuzdan taviz verirseniz sonu gelmez…

Dipnotlar:

[1] Bu noktada başka bir örnek de Almanya’da çalışan Bulgaristanlı Türk işçilerdir. Konu ile ilgili yazdığım yazı ön açıcı olabilir. Almanya’da iş cinayeti olmuyor mu? https://sendika.org/2022/11/almanyada-is-cinayeti-olmuyor-mu-672263/

[2] Ercüment Akdeniz’in kaleme aldığı yazı önemli. İşçi Aristokrasisi ve Suriyeli İşçiler, https://www.evrensel.net/yazi/89573/isci-aristokrasisi-ve-suriyeli-isciler

Kaynak: Sendika.org

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler