spot_img
spot_img
Ana SayfaDepremİzmir İktisat Kongresi: Seçim, Deprem ve İkinci Yüzyılın İktisadi Coğrafyası - Burcu...

İzmir İktisat Kongresi: Seçim, Deprem ve İkinci Yüzyılın İktisadi Coğrafyası – Burcu Arıkan & İlker İnmez

Türkiye, büyük bir değişim ve dönüşümün eşiği olarak yorumlanan bir seçime doğru yol alırken, 6 Şubat sabahı 10 ili yıkıcı şekilde etkileyen bir depreme uyandı. Depremin olduğu günden bu yana iktidar bu coğrafyaya dair pek çok kararname yayımladı, hızla TOKİ ihalelerine girişti. Deprem ve yıkılan geniş coğrafyanın yeniden inşası, birdenbire seçim gündeminin de ana eksenini belirlemiş oldu. İktidar bölgede yaptığı tüm konuşmalarda “yükselen Anadolu’nun yükselen şehirleri” sözüyle propaganda yaparken cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu da “Samandağ’dan başlayıp Mersin’e kadar olan havzayı bütün Akdeniz’in en güçlü üretim üssüne döndüreceğiz. İstanbul’un nüfusu 2,5 milyon azalacak” diyerek yeniden inşaya dair Millet İttifakı’nın perspektifini de ortaya koymuş oldu.

Önemli lojistik akslarını ve sanayi gelişim bölgelerini barındıran deprem alanları sınıf mücadelesi açısından da oldukça kritik önem taşıyor. Zira gerek iktidar gerekse de ana muhalefet açısından bu bölge ihya, inşa, kalkınma ve katma değerin bir anlamda merkezi olarak görülüyor. Kılıçdaroğlu depremde yıkılan yapıların sorumluluğunun bu yapılara oturulabilir izni vermiş olan yetkililerde olduğunu söyleyerek ve anayasal bir hak olan güvenli barınmayı vurgulayarak, depremzedelerin borçlandırılarak ev sahibi yapılmasını eleştirerek, herkese ücretsiz ev verileceğini duyurdu. Tabii buradaki hak sahipliğinin mülk sahibi olmaktan doğduğunu ve mülksüzlerin durumunun her iki senaryoda da en zor durum olacağını söylemek gerekir. Şimdilik ücretsiz konut vaadinin, sermayenin işleyişinde nereye oturduğu, bunun nasıl finanse edileceği ve emekçilere bir yük oluşturup oluşturmayacağı bilinmiyor.

Şehirlerin enkaza dönüşmesinin bir suç olduğunun en üst perdeden ifade edilmesi, bu suçun tazmini ilişkisi bağlamında ücretsiz konut vaadi tabii ki olumlu bir gelişme. Ancak daha geniş bir perspektiften bakıldığında, coğrafyanın iktisadi geleceğinde görünen yine geniş bir proleterleşme sürecidir. Anadolu’daki küresel fabrikayı örgütleme çağrımızın deprem sonrasındaki süreçte çok daha acil ve hayati bir çağrı olacağı çok açıktır. Sanayi odalarından organize sanayi bölgeleri yöneticilerine, sermayenin tüm aktörleri gözlerini deprem bölgesine dikmişken burada ne olup bittiğini ve neler olabileceğini titizlikle takip edip düşünmemiz gerekir.

Bu yazıda, seçimin “görece olumlu” sonucu olan, Millet İttifakı’nın iktidar olduğu bir senaryoda önümüzü görebilmek adına İzmir İktisat Kongresi’nin sonuçlarını mekânsal örgütlenme açısından değerlendirmeye çalışacağız. Bu kongre, az çok CHP’nin ve dolayısıyla Millet İttifakı’nın iktisadi perspektifini anlamak açısından önemli. Sermayenin mekânsal örgütlenmesinin deprem öncesi ilerleyişinde, depremle birlikte bir eksen kayması olmadığını, aksine bu yolun önünün açıldığını biliyoruz. Bu açıdan, ana muhalefetin açıklamaları da bu eksenden bir sapma işareti vermiyor.

Paydaşlık: İşçinin payına düşen boş bir temsil mi?

 “Bizler, İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi çalışmalarına çiftçi, işçi, sanayici, tüccar ve esnaf paydaşlarının ön buluşmalarıyla başladık. Sekiz ay süren hazırlık sürecinde geleceğin iktisat politikalarına yön verebilmek için yirmi bir hazırlık toplantısı gerçekleştirdik.”

Günümüzde kurumların, kuruluşların ve STK’ların sıkça kullandığı “paydaş” sözcüğü, kongre öncesinde ve sırasında en çok kullanılan kavramlardan biri desek yanlış olmaz. Bu kavramın, yıllar içinde kamuya da nüfuz ettiğini belirtmeliyiz. Oysaki katılımcılık meselesinin bağrından çıkan bu kavram, katılımcılık gibi tüm sınıf çelişkilerini yok sayan, hatta yok eden bir güce sahip. Hepimiz paydaşız ama neyi, ne kadar, kimlere pay ediyoruz kısmı oldukça muğlak.

Örneğin, kent planlamasına katılım, kent yönetimine katılım gibi pek çok kavramda “neye, kim, ne kadar katılabilir?” sorusunun karşılığı yok. Bu boşluk, sorunun cevabı bilinmediği için değil, tam da cevabı bilindiği için bırakılan bir boşluk. Kiracı ile mülk sahibinin ya da işyeri sahibi ile emeğini ücret karşılığı satan işçinin katılım gücü bir olmadığı gibi belediye üst kadrolarının ve onlarla organik ilişkileri olan müteahhitlerin, patronların, sermayedarların da bu katılım masalarındaki paydaşlığı da eşit değil.

Paydaş değiliz. Bu kavramın bize unutturmaya çalıştığı şeyi hatırlamak, hayatımıza için vereceğimiz mücadelenin nasıl olacağını, daha önemlisi nasıl olamayacağını saptamak açısından önemli. Bizim payımızın çoğunu alan ve kendine pay edenlerle bir masada oturmak, hele de onların kendi reklamları için bizi figüran olarak gördüğü bir katılımcılık piyesinin sahnesi olan bir masada bulunmak bizi paydaş kılmıyor.

“Üreten biziz, yöneten de biz olacağız” diyorsak payımızı istiyoruz. Kelime oyunlarıyla verilen bir paydaşlık hissiyle avunmak değil, gerçek anlamda payımızı istiyoruz.

İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi de bize bu hikâyeyi satarak başlıyor sonuç bildirgesine. Bir araya gelenlerin arasındaki çelişkiyi bir kenara koysak, o eşitsiz masada oturan olmanın bile bir eşitsizliği var. Masalarda yer bulabilmek ancak belirli ilişki dünyalarıyla mümkün olabilir. Dolayısıyla masada oturamayan da bir kere daha dışında kalmış olur hikâyenin. Bir işçi temsili yaratır bu masalar, o masaya oturabilen bir işçi figürü üzerinden. Bu hepimizin hikâyesi midir? Tabii ki değildir. Bizim hikâyemiz yaşadıkları, çalışıp ürettikleri şehrin meclis toplantısına sorun ve taleplerini dile getirmek için alınmayan, akla bile gelmeyen evde bakım işçilerinin hikâyesidir mesela. Bunun dışında kalan her şey ise bu hikâyeyi silikleştirmek, arka plana atmak için sahnelenen bir oyundur. Burada kurulan masada aylardır maaşlarını taksit taksit alan ya da hiç alamayan Karşıyaka Belediyesi işçilerinin katılımı yoktur. Emeklerinin karşılığı olan paylarını o masada dile getirip talep edemezler. Bırakın sermayenin “paydaşı” olmayı, sattıkları saatlerin karşılığı bile yoktur ve kurulan masalarda bahsedilen paydaşlık bu payı kapsamaz. Kapsamaktan öte dışlar. Muhtemelen “ben de işçi paydaşım” diyerek o masaya oturulsa ve geçmiş ayların ödenmemiş maaşları talep edilse o masa dağılır ve katılımcılık bir anda kolluğun “paydaş” olarak sahneye girmesiyle değişir, işçilerin yaka paça masadan atılmasıyla son bulur piyes. Hakiki her talep, sahte masaları bozacak kudrete sahiptir.

Ama bunların ne önemi var? Sonuçta yüzyılın ikinci iktisat kongresinden bahsediyoruz. Burada büyük resim var, büyük hikâyeler var. Emeğimizin teferruat kaldığı destanlar yazılıyor, kim bilir ne büyük kaynakların aktığı bu büyük etkinliklerde. İçimizden birkaçına da ilişki ağlarının gücü yettiğince, masada bir sandalye, uzun toplantılarda birkaç öneri hakkı veriliyor. Pek çoğumuz bir talebini bir post-it kâğıdına yazıp asmıştır bu katılımcı yerel yönetim “oyun gruplarının” panolarına. O post-itleri toplayıp raporlarını yazanlar günde 18 saat çalışıp kirasını ancak ödeyecek maaşlar alıyor. Post-it’ler sonra muhtemelen çöpe atılır. Ne fark eder? Hikâye büyük, bize düşen sandalye bile bir lütuf!

Yeni bir iktisat felsefi mi doğanın daha derin sömürüsü mü?

“Eşitsizlik yerine kapsayıcılık, insan merkezli yaşam yerine ekoloji ve otokrasi yerine demokrasi geleceğin demokratik hukuk devletlerinin temel meselesidir. Bu değerler, Birleşmiş Milletler’in on yedi sürdürülebilir kalkınma hedeflerinde de yer almakta ve geleceğe yön vermektedir.” 

“İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi boyunca gerçekleştirdiğimiz buluşmalarımızdan çıkan kararlar bize gösterdi ki ekoloji ve ekonomi arasında güçlü bağlar kurmak, insanlığın gezegenimizdeki geleceği açısından hayati öneme sahiptir.”

“Bunun için, yüz yıl önce birinci İktisat Kongresi’nde ekonominin can damarı olarak kongrede yer alan çiftçiler, işçiler, tüccar, sanayici ve esnafın arasında bugün bir paydaş daha yer alıyor: Doğa.”

“İnsanı merkez, doğayı çevre olarak gören bakış; yani doğanın kaynaklarını sınırlı, insanın ihtiyaçlarını sınırsız olarak tanımlayan iktisadi yaklaşım ortadan kalkmaya mahkumdur. Bunun yerine, doğadaki kaynakların döngüsel, insan ihtiyaçlarının ise sınırlı olduğu kabul edilmelidir. Doğadaki sonsuzluktan öğrenen bir başka iktisat felsefesi ve bilim kültürü geliştirmek insanlığın en temel önceliklerinden biridir.”

Mevcut iktisat felsefesinden farklı bir iktisat felsefesi geliştirebilmek için öncelikle mevcut felsefenin tanımı doğru şekilde yapılmalıdır. Kapitalizm, tarihin hiçbir döneminde insan merkezli olmamıştır: Doğrudan sermayeyi merkezine koyan, insanları da doğanın tüm diğer unsurları gibi merkezi besleyecek çevresel kaynaklar olarak kurgulayan bir iktisadi sistem tasarımıdır. Bu merkez, (insanlar dahil) “doğanın kaynaklarıyla” düzenli olarak beslenmediğinde sistem krize girer. Bu düzenli beslenme için, emek gücü dahil, doğanın tüm diğer unsurları “serbest” piyasa mekanizmasıyla fiyatlandırılarak işletme maliyetine indirgenir. Böylelikle bir insanın emek gücü, bir ağacın gövdesi, bir derenin debisi veya bir kuzunun bedeni artık ticari mal statüsüne kavuşur.

Doğanın (insanlar dahil) sermaye birikimine hizmet etmek için işletme maliyetine indirgenmesi, bizzat devlet ve özel sektör ortaklığında yürütülür. Bu ortaklık, sermaye merkezli sisteme (dolayısıyla sermaye sahibi sınıfa) karşı gelişecek itirazların çeşitli yöntemlerle kontrol altında tutulmasını sağlar. Bu yöntemlerden ikna (baskı ve şiddete nazaran) kolaylıkla ayırt edilemez: Sermaye birikimi bir gün “yeterince” arttığında hem doğa hem toplum refaha (cennete) kavuşacaktır. Bu iktisadi gelişme düzeyine kadar, herkesin mevcut sömürü sistemine katlanması tembihlenir. Dolayısıyla iktisadi gelişme (yani tüketim ve üretim artışı) için insanların, hayvanların ve tüm diğer ekosistemlerin sermaye çıkarına sömürülmesi mecburi bir yoldur.

Kabaca böyle özetleyebileceğimiz hâkim iktisat felsefesi, ideolojik, soyut bir kavrama (sermaye birikimine) hizmet etmekle yükümlü bir doğal ve toplumsal yasam kurgulamıştır. Bu tespitleri yapmadan “doğadaki kaynakların döngüsel, insan ihtiyaçlarının ise sınırlı” olduğunu söylemek ancak mevcut sömürü düzenini makyajlayarak sürdürme planı gibi anlaşılıyor.

Elbette bu okumanın belki kötü niyetli bir çabanın ürünü olduğunu düşünebiliriz. Ancak hemen üstteki paragrafa bakıldığında, pek farklı bir düşüncenin kongreye hâkim olmadığı yönündeki izlenimlerimiz desteklenir nitelikte. 

1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’ne yapılan atıfla birlikte, 2023 yılı kongresiyle doğanın da bir “paydaş” olarak kabul edildiğini görüyoruz. Ancak doğa bir paydaş değildir. Doğa, içinde tüm diğer yaşam formlarıyla beraber var olduğumuz, gezegenin ekosistemlerine verdiğimiz genel isimdir, daha genel olarak bütün evrendir. Paydaş olarak doğanın “ekonominin can damarları” arasında sayılması ise hiç yeni bir yaklaşım değildir. Aksine doğayı kavramaktan uzak mantalitenin, sermaye adına doğayı sömürme faaliyetini kitlelere satmasının bir biçimidir. 

Tüccar ve sanayicilerle birlikte işçi ve çiftçileri ayni grupta anma abesliğinin açıklamasını belki ilk kongredeki söz konusu temsilcilerin, yüksek bürokratlardan, mebuslardan, büyük toprak sahiplerinden ve kukla teşkilatlardan geldiğini hatırlayarak yapabiliriz. (Bkz. Boratav, Türkiye İktisat Tarihi). Meslek temsili ilkesine göre çağırılan bu temsilcilerin, çıkar çatışmasında olmaması ancak bu şekilde açıklanabilir. Ancak doğanın esnaf ve tüccar gibi mesleklerle neden bir arada anıldığını da açıklayabilir mi? Belki. Eğer, doğanın da diğer “paydaşlar” gibi oraya göstermelik yazıldığını varsayarsak açıklayabilir.

Doğa veya ekoloji kelimelerinin olur olmadık biçimde metinlerde birdenbire karşımıza çıkıyor olması hiç yeni bir durum değil. Doğa bilimlerinden uzak olduğu kadar, onun kesinliğine göz dikmiş olan hâkim iktisat felsefesi, ideolojik aygıt rolünü, doğa bilimlerinden çalıp içeriğini boşaltarak kullandığı terimlerle gizlemeye çalışır. Bir bakarsınız piyasa mekanizması “doğal düzen” haline gelir, “doğa” kaynak veya paydaşa dönüşür, ekoloji de “yatırımcı ekosistemi” içinde anılmaya başlar.

“Ekoloji ve ekonomi arasında güçlü bağlar kurmak” olarak tarif edilen şey, ekosistemler üzerindeki sömürü mekanizması analiz edilmeden muğlak bir anlatı olarak kalır. İnsan dahil, doğanın unsurları üzerindeki sömürü ilişkisinden kimlerin nasıl çıkar sağladığına değinmeden insan nüfusunu ekolojik yıkımın sorumlusu olarak ilan eder. Teknolojik yeniliklere rağmen neden insanların daha az çalışma saatlerine kavuşmadığını açıklamaz. Sürekli büyüyen küresel ekonomide, neden işçilerin hâlâ temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ücret artışı veya çalışma şartlarının iyileştirilmesi için mücadele verdiğine cevap vermez. İnsan nüfusunun büyük çoğunluğunun, neden sağlıklı ve organik gıdaya ulaşamadığını, açlığın ve yoksulluğun küresel sermayeye hizmet eden toplumlarda neden daha yaygın olduğunu da açıklamaz. Egemenlerin ve sermayenin suçlarını halka bölüştürüp, sermayenin talanının telafisinin insanların aldığı duşun saniyelerine yükleyen anlayışın devamı olan bu türden ifadeler, kapitalizmi yeşile boyama cabasının ürünüdür. “Yeşil kapitalizm” olarak somutlasan bu hareket, dün olduğu gibi bugün de kapitalizmin ideolojik bir aygıtı olarak kullanılır.

Altıncı kitlesel yok oluşa şahit olmaya başladığımız bu çağda, ekolojik yıkımın boyutlarının ekonomik sistemde de bir değişim talebi getirdiğini sermaye sınıfı da görüyor. Bu değişim talebini, mevcut düzenin dinamiklerini değiştirmeden kabul ettirebilmek adına, uluslararası toplantılarda yeşil projelere trilyonlarca dolar teklif ederek kontrol altında tutmaya çalışıyor. Ne yazık ki Millet İttifakı olarak, Türkiye’nin ikinci yüzyılına talip olan muhalefet de bu yaklaşımı satın aldığını, yeşil kapitalizm anlatısını sahiplenerek gösteriyor. 

 “Her bir vatandaşın karar mekanizmalarına katılımı sağlanacak, bu mekanizmalar desteklenecek, kamunun makro planlamaları katılımcılık anlayışıyla hazırlanacaktır. Yaşamın her alanında kamu, sivil toplum ve özel sektör birlikteliğine dayalı politikalar oluşturulacaktır. Gençlerin ve çocukların da karar mekanizmalarına aktif katılımı teşvik edilecek, bunun için gerekli mekanizmalar kurulacaktır.”

Kamu, sivil toplum ve özel sektör birlikteliği diye anlatılan hikâye aslında Kızılay’ın Ahbap’a çadır satmasının teşhiriyle ortaya çıkan kamunun özelleşmesi ve yok olmasının örtük ifadesidir. Bize bu örnekler, bir tür AKP iktidarı sorunu gibi anlatılırken tüm kamu ve yerel yönetimleri bu durumdadır ve sonuç bildirisindeki ifadeler de bu durumun sahiplenildiğini ve devam ettirileceğini ortaya koymaktadır. Yani iktidar değişiminden bekleyeceğimiz iktisadi tabloda Kızılay’ın Ahbap’a çadır satmasını önleyecek yapısal bir dönüşüm vaadi göremiyoruz. Aslında güncel durumda muhalefetin kurumları dahil tüm kamu kurumları kongre sonucunda da yinelenen kamu, sivil ve özel sektör ortaklığı denilen düzenin parçasıdır. Bu sadece Türkiye’ye has bir durum da değildir[1]

Devamında gördüğümüz “Devletin ekonomideki düzenleyici ve denetleyici gücü etkinleştirilecektir. İktisadi gelişme hiçbir toplumsal kesimi dışarıda bırakmayacak, ekoloji ve ekonomi arasında ayrılığı ortadan kaldıracak şekilde yönetilecektir” ifadesini bu bağlamda ele almak gerekir. Devletin ekonomideki düzenleyici ve denetleyici etkisini arttırma vaadi zaten devletin özelleşmiş olduğu bir durumda insanların algısındaki, kendisi de eleştiriye muhtaç olan, kamuculuk değildir, olamaz. Somut gerçekleri yok sayan algı oluşturma ifadeleridir bunlar. Yeni bir kamusallık inşası da yoktur bu vaatlerde, çünkü kamu, sivil toplum, özel sektör birlikteliği, bir plan olarak açıkça ifade edilmektedir. Burada sivil toplum ile kastedilen de STK’lar ve projeler, fonlar olduğundan kamunun halkın çağırdığı kamuculuk anlamında bir durumu dahi yoktur.

“Kentler, yaşayanlarının da görüşleri alınarak inşa edilecek, bu ilke kentsel yenileme ve yeni kent projelerinde de uygulanacaktır. Bu doğrultuda, döngüsel kültür kentlerinin inşası için Türkiye içinde ve uluslararası ölçekte kararlı adımlar atılacaktır.

Kapsayıcı bir konut politikası olmadan iktisadi kalkınma sağlanamaz. Türkiye’de yaşayan herkesin nitelikli, dirençli konutlarda barınma hakkı vardır. İkinci Yüzyılın Türkiyesi’nde kentsel dönüşüm projelerinde soylulaştırma, mülksüzleştirme politikalarına son verilecek ve doğa ile uyumlu sosyal konut politikası geliştirilecektir.”

Millet İttifakı’nın iktisadi perspektifi ise bu sonuç bildirgesi, bu durumda mülksüzleştirme politikalarına nasıl son verilecek sorusunun cevabını bu metinde bulamıyoruz. Devletin ekonomideki düzenleyici ve denetleyici gücünün etkinleştirileceği vurgulanırken, bunun somut koşullarda nasıl mümkün olacağını açıklamıyor.

“Başta İstanbul ve çevresi olmak üzere yoğun üretim bölgeleri doğal afet yaşama ihtimalleri çerçevesinde değerlendirmeye alınacak ve riski yüksek bölgelerdeki ekonomik aktivitelerin güvenli bölgelere kaydırılması için tedbirler alınacaktır.

6 Şubat 2023’te büyük hasar gören on bir ilin tarihi ve kültürel dokusunu da koruyarak bütüncül planlanması ve yeniden inşası ülkenin en stratejik bölgesel projelerinden biri kabul edilecektir.”

Kılıçdaroğlu’nun dünyaya karşı rekabetin inşası için işaret ettiği, Tayyip Erdoğan ve kurmaylarının “Yükselen Anadolu’nun Yükselen Şehirleri” dediği deprem bölgesine, bu bildiride de stratejik bir pozisyon atfedilmektedir. Yani biz, “Anadolu’daki Küresel Fabrikayı Örgütleyelim” çağrısını senelerdir yaparken, sermaye de tüm bileşenleriyle kendi sınıfına aynı çağrıyı yapmaktadır. İktidarın çıkardığı 136 sayılı cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle sanayiye açılan hukuki alanla bu bildirgede yapılan vurgu çelişmiyor. Dolayısıyla seçim sonrası dönemde, coğrafyanın iktisadi biçimlenmesinin farklı anlayışlara sahip olmayacak gibi görünüyor. Tam da bu tarihsel akışa denk düşecek şekilde, tedarik zincirlerinin yeniden biçimlenmesi konusunda da mevcut durumu onaylayan ve sürdüreceğini deklare eden bir sonuç çıkıyor: 

“Pandemi sonrası dünyada gelişen ekonomik koşullar ucuz tedarik zincirleri yerine güvenli ve hatta yakın mesafeli tedarik zincirlerinin ön plana çıkmasını sağlamıştır. Bu sebeple dünyanın en büyük ithalatçıları arasında yer alan Avrupa üretim sektörleri Türkiye ekonomisini kısa sürede canlandırmak için önemli bir fırsat sunmaktadır. Türkiye, coğrafi yakınlığı nedeniyle Türkiye bu ülkeler için güvenli ve yakın mesafedeki ürün tedarikçisi olarak kendini konumlandıracaktır. Öte yandan, Türkiye’nin kendi güvenli tedarik zincirlerini oluşturması için her türlü beşeri ve fiziki yatırımlar hızlandırılacaktır.”

Payımıza düşene razı olmayacağız!

Paydaş:

Bir mal üzerinde ya da bir ortaklıkta payı bulunan (kimse), ortak.

Bir şirkette, paydaş, kendi ihtiyaçlarını ve beklentilerini karşılayan mülkleriyle ilgili hakları, payları, gereksinimleri veya çıkarları olan bir kişi veya kuruluştur.

Bu kongreye katılan, sonuç metninde yer alan “paydaşlar” arasında çokça bahsedilen işçi sınıfının paydaşlığı ise bir kelime oyunundan öteye gidemez. İşçi sınıfı bu dünyaya ortak değildir, mülksüzdür, payına düşen sermayedardan ona kalanla sınırlıdır. Bu sahte paydaşlıktan doğacak katılımcılık da sahip olduklarımız oranında mümkün olabilir. Nasıl kentsel dönüşüm süreçlerinin bağlı olduğu, 6306 sayılı kanun üst sınıfların mahallelerinde bir ortak süreç yürütme yoluna imkân verip, yoksul mahallelerde yerinden etme, mülküne çökme sonucu doğuruyorsa sınıfsal çelişkinin var olduğu ama yok sayıldığı her masa da benzer sonucu doğuracaktır.

Paydaş değiliz. Emeğimizin karşılığını alamıyoruz. Pay sahibi olanların payları bizim emeğimizi sömürerek var oluyor. Bizim derdimiz bizim olanları almak, ama lafta sözde değil, somut olarak, elle tutulur olarak almaktır. Üreten biziz, yöneten de biz olacağız diyen işçiler bir masada kendi paylarına düşene razı olmaktan, paraları yettiğince muhatap alınmaktan, yaşadıkları hayata izin verildiğince katılmaktan bahsetmiyor. Bütün hayata sahip olmaktan, hayatı yönetmekten bahsediyor. İzmir İktisat Kongresi Sonuç Bildirgesi ise senelerdir tekrar edilen neoliberal ezberleri yeniden üretmekten öteye gidemiyor. Aynı şekilde Kılıçdaroğlu’nun deprem sonrası vaatleri, mülksüzleri kapsamazken “ücretsiz” denen şeylerin bedelinin yoğun bir proleterleşme sürecini de içerdiğini bize açıkça söyleyemiyor. Dolayısıyla seçimde yaşanacak bir değişim, hayatımıza bir takım olumlu değişiklikler getirecek olsa da bizim için ne Cumhur İttifakı’nın “Yükselen Anadolu”su, ne de Millet İttifakı’nın “Üretim Üssü gerçek bir kurtuluş olanağı sunuyor. Depremin ilk gününden itibaren kurulan dayanışmayı büyüterek daha güçlü bir örgütlenmeye dönüştürmek ve yine Anadolu’daki küresel fabrikayı örgütlemek dışında hakiki bir yolumuz yok.

Bu coğrafyanın ciddi biçimde dönüşüp yeniden şekilleneceği ve bunun tüm ülkeyi etkileyeceği kesin. 6 Şubat pek çok anlamda hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir eşik. Sınıf mücadelesi için değişen tek şey artık sermayeyi titretecek bir proletarya hareketini yaratmanın çok daha acil bir görev hâline gelmiş olduğudur. Sermaye kararnameleri, ihaleleri, kamulaştırma ve el koymalarıyla, nefes almadan kendi sınıfının davası için çalışırken bize de hiç durmadan, yorulmadan bu düzenin üstüne yürümek düşüyor. İkinci yüzyılın iktisadının da bize anlattığı yegâne şey, hepimizin daha büyük bir üretim çarkının ücretli kölelerine dönüşeceğimiz. Depremden önce toprağını ekip biçen, kendi işini yapan, kendi evinde yaşayan binlerce insanla büyüyecek bir proleter ordusuyla birlikte bir Anadolu yükselecekse, sermayenin üretim üssü olarak değil de sınıf mücadelesinin odağı olarak yükselmeli.

Düzenleyen: Maya Arıkanlı, M. Onur Koçer

Edit: Cüneyt Bender


[1] Türkiye’de kamunun özelleşmesine dair tartışmalar için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=g_WRrOIxaSk , https://umutsen.org/index.php/kamu-sektorunde-neo-liberal-donusum-ve-stklasma-burcu-a/

Avrupa’da kamunun özelleşmesine dair: https://umutsen.org/index.php/ceviri-danismanlik-kapitalizmi-ozel-sirketlerin-kamu-fonlarini-kontrol-etmesini-sagliyor-jacobin/

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler