spot_img
spot_img
Ana SayfaÇeviriFransa’da işçi sınıfı mücadelesinin potansiyeli ve stratejisi - Juan Chingo / Romaric...

Fransa’da işçi sınıfı mücadelesinin potansiyeli ve stratejisi – Juan Chingo / Romaric Godin

Juan Chingo ile Romaric Godin, Fransa’daki işçi sınıfı mücadelesini, mücadelenin potansiyelini ve zayıflıklarını, karşı karşıya olduğu stratejik sorunları tartışıyor.

Romaric Godin, Mediapart’ta (bağımsız bir Fransız gazetesi) ekonomi gazeteciliği yapıyor, 2017’de Emmanuel Macron’un seçilmesinin ardından Fransız neoliberalizmindeki gelişmeleri inceleyen Fransa’da Toplumsal Savaş (La Guerre sociale en France) kitabının yazarıdır. Juan Chingo ise Révolution Permanente sitesinde editör ve yayın kurulu üyesi olmasının yanı sıra Sarı Yelekliler hareketini ve Macron’un gerici cumhurbaşkanlığının çelişkilerini inceleyen Sarı Yelekliler, Ayaklanma (Gilets jaunes, le soulèvement) kitabının yazarıdır. Her ikisi de özellikle son yıllarda Fransa’daki siyasi durumu ve sınıf mücadelelerini yakından izliyor.

Macron’un emeklilik reformu[1] konusundaki katı tutumunun ardındaki gerekçe nedir? Katılığı, nasıl olsa yeniden seçilemeyeceğini bilen bir başkanın “uzlaşmazlığı” mı, yoksa daha yapısal gerekçeleri mi var?

Romaric Godin: Yeniden seçilmek için aday olmamasının belirleyici bir etken olduğundan emin değilim. Altı yıl boyunca inşa ettiği şeyin riskleri, başkan olarak onu aşıyor. Ben, iki mesele görüyorum.

İlki ekonomik. Fransa’da Toplumsal Savaş kitabımda, toplumsal hareketlerin 2010’dan bu yana neden güçlendiğini açıklamaya çalışıyorum. 1986 ve 1995’te hükümet geri adımlar attı. 2003’teki emeklilik reformu görece “ılımlıydı”. 2010’da toplumsal hareketlilik neredeyse şimdikine eşdeğerdi, 1,3 milyon insan sokaklardaydı, sokakları kuşatıyorlardı. Ancak 2007-2012 arasında iktidarda olan sağcı Fillon-Sarkozy hükümeti gücünü korudu. 1995-2010 arasında Fransız kapitalizminin evrimine tanık olduk.

Fransa’da neoliberalizmin evrimini incelersek, gelişimindeki iki aşamayı fark edebiliriz. 1983’ten sonraki “kemer sıkma dönemi” olarak adlandırılan dönemde, finansal alana ve özelleştirmelere odaklanan, ancak çalışma hayatını doğrudan etkilemeyen reformlar yapıldı. Fakat 2010’dan itibaren, 2015, 2016 ve 2017’de zorla kabul ettirilen emeklilik ve işgücü piyasası reformlarıyla emeğe doğrudan saldırılar gerçekleşti. Bu saldırılar kitlesel gösterilere, ulaşımın bloke edildiği güçlü halk seferberliklerine rağmen yapıldı. 2008’deki finansal krizin ardından Fransız kapitalizmi ve küresel kapitalizm yapısal bir krize girdi. Bu dönemde sermayenin savunucuları için ödün vermeyi kabul etmek zordu. Şimdi, açık olalım, önceki onyıllarda kapitalistlerin emeğe karşı geri çekilmesi söz konusu değildi. Ancak, toplumsal bir hareketle karşı karşıya kaldıklarında, üretkenlikteki yapısal düşüşle bağlantılı olarak son elli yıldır güçlü bir negatif baskı altında olan kâr oranlarını ayakta tutmak için farklı yöntemler buldular.

Son elli yılda üretkenlik artışındaki düşüş bir hakikattir, reddedilemez bir gerçektir. Bu durum karşısında kapitalistlerin pek çözümü yoktur. Her şeyden önce hayali sermaye, finansallaşma ve borç vardır, fakat sistemin kendisi 2008’de daha ileri gidemeyeceğini hatırlattı. Finansal alanın büyümesi, üretken alandan bağımsızlaşarak işliyor ve sermaye üzerinde ek baskı oluşturan para politikalarına bağlı kalıyor. Bir de küreselleşme var, ama o da enerjisini tüketiyor: Çin, 1980’ler ve 1990’larda uluslararası işbölümünün kendisine biçtiği rolden çıkmaya çalışıyor. COVID-19 pandemisiyle bağlantılı güçlükler de mevcut. Çalışma saatlerini artırmak bir çözüm. Bu, günlük çalışma saatlerinde artış, ömürboyu çalışma saatlerinde artış, istihdam oranında artış ve baskı altında saatlik çalışma oranında düşüş biçiminde olabilir. Tüm bunlar Fransız işgücü piyasasının yapısını ve regülasyonunu etkiliyor, 1993’te Balladur reformuyla saldırdıkları da buydu[2]. Ancak 2010’dan itibaren özellikle zorlu bir döneme giriyoruz ki burjuvazi artık toplumsal hareketlere taviz vermek istemiyor.

Peki, 1986 ve 1995’deki hükümetler nasıl oldu da işçilerle uzlaşabildi ve toplumsal hareketler karşısında yenilgiyi kabul etti? Doğrusu, büyük ölçüde hayali de olsa, sağ-sol değişimi tehdidi mevcut hükümet üzerinde baskı yaratarak, çoğu zaman bu tavizler sandıkta yenilgiyi engellemese de hükümeti toplumsal hareketleri gelecekteki seçime yönelik bir tehdit olarak görmeye itti.

Bugün, özellikle krizlerle dolu on beş yılın ardından ülke bitap düşmüşken Macron hükümetine bu özgüveni veren nedir? Siyasi olarak giderek bütünleşen sermaye kampında, Edouard Philippe’in sözleriyle[3] “geçer” düşüncesi var. Peki, bu edilgenlik nereden geliyor? Çünkü her seçimde aşırı sağ ile yüz yüze gelmek, ona karşı demokrasinin savunulmasına yol açıyor. Sermaye fraksiyonu, doğal olarak, “kötünün iyisi” ilkesine göre hareket eder. Bu durum 2010’u açıklamıyor, ancak 1986, 1995 ve 2003’teki durumu anlamamıza yarıyor: Sözde sol-sağ değişimi riski halkın sesini ön plana daha fazla çıkarıyordu. Ancak artık durum böyle değil.

Bugün, sözde muhalefetin içinde olsanız da kolaylıkla merkeziyetçi çoğunluğa (bu durumda Macronizme) geri kazandırılabilirsiniz. Olivier Dussopt[4] merkeziyetçiliği böyle destekledi. 2012’de ağır bir yenilgiye uğrayan cenahtan geliyor, bu yüzden Macron’un muzaffer partisini geçti. Bu tür bir merkeziyetçilik, aşırı sağın iktidara geleceği riskiyle oynarken (ki artık küçük bir risk sayılmaz) hoşnutsuzluğun her zaman geçip gideceği güvencesini verir. Mevcut siyasi durumun özgün yanlarından biri, toplumsal hareketlerin Olivier Dussopt’un solunda kalan her şeyi şeytanlaştırmak için kullanılmasıdır. En reformist sol bile büyük ölçüde yarış dışında kaldı, bu da Macroncuların aşırı sağ ile karşı karşıya gelmesine neden oldu. Bu onlar için mükemmel bir durum. Her beş yılda bir, kendilerini on beş gün boyunca cumhuriyetin savunucuları olarak sunmaları yeterli, bu gösteri sonsuza kadar sürüyor. Elbette her şeyin ters gitme riski var ama onların stratejisi bu.

Lews Joly/AP Photo

Juan Chingo: Romaric’in tahliline katılıyorum. 2008 kriziyle birlikte Fransa’da burjuva sınıfının radikalleşmesine tanık oluyoruz. Chiracçılık[5], hareketsizlik ve reformların yokluğu anlamına gelirken, bu ekonomik kopuşun ve daha Bonapartist bir rejime yönelişin ilk adımının Nicolas Sarkozy olduğunu düşünebiliriz. Stathis Kouvelakis’in La France en révolte, mouvements sociaux et cycles politiques adlı kitabında gösterdiği de budur. Kopuş orada inşa edildi.

Burjuvazideki bu radikalleşmeye rağmen, neoliberal planlarını henüz tam olarak dayatamadıklarını belirtmek gerekir. Fransız burjuvazisi daha fazlasına aç, kendisini başta Almanya olmak üzere diğer emperyalist ülkelerin gerisinde görüyor. Bonapartist bir rejim bağlamında, Nicolas Sarkozy’nin ilk tedbirlerinden birinin “asgari hizmet”[6] yasasıyla grev hakkını “düzenlemek” olması tesadüf değildir. Chirac’ın cumhurbaşkanlığı döneminde, Romaric’in bahsettiği değişimin yanı sıra 1995’te ya da 2006’da Baş Eğitim Danışmanlarında (CPE) gördüğümüz taşma eğilimi, 1968 travmasını bir nevi hatırlatıyordu. Burjuvazi, tutumunu sertleştirerek yalnızca aşırı sağ riskini değil, aynı zamanda sınıflar arasında daha fazla şiddet riskini de alıyor. Sarı Yelekliler’in ortaya çıkması, radikalleşmeleri ve bastırılmaları tesadüf değil. 1968’e bakacak olursak, o dönemde hâlâ sokak korkusu vardı. Ancak 2003’e gelindiğinde durum artık böyle değildi çünkü Fransız Demokratik Emek Konfederasyonu (CFDT) harekete engel oldu. Bu yenilgi öğretmenlere pahalıya mal oldu, hâlâ bunun hakkında konuşuyorlar. Chirac öldüğünde herkesin Fransız kapitalizminin bu “sempatik figürü” için yas tuttuğunu görmek ilginçti. Yolsuzluğa bulaşmış ve açıkça neoliberal olsa da toplumsal çatışmaların kontrolden çıkmasını engelleme eğilimindeydi. Sarkozy’yle neoliberal dönüşüm daha sert ve daha kapsamlıydı. Raymond Soubie’nin[7] 2010’daki başarılı deneyimine dayanarak Macron’a tavsiyesi açık: Sokaktakilere karşı durmalısın.

Mevcut krize gelince, Fransız kapitalizmini sıkıntıya sokan daha büyük bir rekabetin yaşandığı uluslararası bir bağlamda gerçekleşiyor. Bu bağlamda, Ukrayna’daki savaşın da Fransız burjuvazisinin sertleşmesinde rol oynadığını düşünüyorum.  Emperyalist güçler arasında barışçıl bir gelişme olduğu yanılsamasının yaşandığı önceki dönemin aksine, savunma bütçesindeki artış işin aslında böyle olmadığını gösteriyor. Bu durum Almanya da dahil olmak üzere Avrupa’nın her yerinde görülebiliyor, Fransa üzerindeki baskıyı da artırıyor. Böylece, örneğin zorunlu Genel Ulusal Hizmet (SNU)[8] uygulamasının gösterdiği gibi, Fransa’da zaten güçlü olan militarizasyonu pekiştiren bir kapitalizme doğru gidiyoruz.

Ekonomik ve jeopolitik bağlam değişiyor. Bu, finansal bakış açısı da dahil olmak üzere (Fransa’nın büyük borç sahibi bir ülke olduğu unutulmamalıdır) devletin stratejik düşüncesinde açıkça mevcuttur. Fransa’nın uluslararası statüsü, reform yapıp yapmayacağı sorusuyla bağlantılı. Yakın zamanda askeri bir dönüş yapan Almanya ile rekabetin arttığı bir dönemde, Fransız burjuvazisi uluslararası alanda istikrarsızlaşıyor. Bu unsurlar önemli zira Macronizmin radikalleşmesinin sadece ideolojik bir mesele olmadığını gösteriyor. Öyle olsaydı, o zaman olası bir uzlaşma söz konusu olurdu. Dahası, sendika liderleri emekli maaşları gibi bir konuda derinlemesine müzakerenin hâlâ mümkün olduğuna inanıyorlar ki bu da onların bakış açısına göre baskı stratejilerini haklı çıkarıyor. Kendi adıma, bu noktada hemfikir olduğumuzu düşünüyorum: İktidarın radikalleşmesinin yapısal nedenleri olduğunu ve sonuçlarını stratejik bir bakış açısıyla değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Romaric Godin: Evet, burjuvalar radikalleşmişse, bunun nedeni başlarında bir deli olması değil. Mesele bu değil. Asıl soru, iktidardakilerin neden radikalleştiği ve neden her türlü uzlaşmayı veya yenilgiyi reddettiği. 1986’da ve 1995’te görülen fark bu: Fransa’nın ekonomik ve sosyal tarihinde o dönemde uzlaşmalar hâlâ mümkündü.

Her ikiniz de çalışmalarınızda hareketin şu anda bulunduğu noktayı tanımlamak için “stratejik bir açmaz”dan bahsediyorsunuz. Bununla neyi kastettiğinizi açıklayabilir misiniz? Sizce mevcut hareketi sınıf mücadelesinin son deneyimlerinden ayıran nedir?

Juan Chingo: Bir adım geriye çıktığımızda, Fransa’nın 1995’ten bu yana neoliberal Thatchercı ve Reagancı saldırılara karşı direnişte hep ön saflarda yer aldığını hatırlamalıyız. Fransız sınıf mücadelesinin bu özgüllüğüne, az önce bahsettiğimiz 2016’da başlayan yeni sınıf mücadeleleri döngüsünü özellikle ilginç kılan burjuvazinin son dönemdeki radikalleşmesini de eklemeliyiz. 2016’dan bugüne Fransa’daki toplumsal hareketlerin repertuvarı açısından çok ilginç gelişmeler yaşandı ve 19. yüzyıl ve sonrasında olduğu gibi gerçek bir sınıf mücadelesi laboratuvarı yaratıldı. Dolayısıyla, mevcut duruma nasıl geldiğimizi anlamak için bu yeni döngünün aşamalarını kısaca gözden geçirebiliriz:

  • 2016’da Bastille-Nation gösterileriyle, genel bir bıkkınlık duygusundan kaynaklanan öncü alayların gelişimini görüyoruz. Nuit Debout[9] insanları “eve dönmemeye” çağırıyor ve bir tür dağınık anti-kapitalizmin şekillendiğini görüyoruz. Örneğin Anasse Kazib sık sık o dönemde nasıl radikalleştiğini anlatır.
  • 2018’de, demiryollarının büyük savaşımı oldu. Demiryolu işçileri arasında muazzam bir kararlılığın patlak verdiğini hatırlıyorum, fakat “yavaş grev”[10], sendika liderleri tarafından önerilen ve CGT Cheminots’tan Laurent Brun tarafından yürütülen strateji[11] yenilgiye uğradı.
  • 2018-2019 yıllarında Sarı Yelekliler’in ayaklanmasına şahit olduk. Ancak bu hareket bir çoğunluk hareketi değildi, işçi hareketinin ana unsurları olan Genel Emek Konfederasyonu (CGT) ve CFDT, Sarı Yeleklilere karşı devleti destekleme noktasına varacak kadar kendilerini bu hareketlenmeye karşı konumlandırdılar. Sarı Yelekliler hareketi kendiliğinden ortaya çıkmış ve sınırları belirlenmemiş bir hareketti. Devlet bu harekete, yalnızca siyasal bilinçte değil eylem yöntemlerinde de radikalleşmeye yol açan aşırı şiddetli bir biçimde yanıt verdi. Bugün bu hayalet sadece kitleler arasında değil, aynı zamanda kitabımın başlığındaki ifadeyi kullanacak olursam, bu ayaklanmadan ciddi şekilde korkan iktidar sahipleri açısından da hâlâ mevcut.
  • 2019’da işçi sınıfının “sarı yeleklileşmesinin” bazı örneklerini gördük, örneğin Régie Autonome des Transports Parisiens (RATP)’de[12]. Aralık 2019’u, birkaç hafta sürecek, işverene bildirmeden yinelenebilen bir grevin başlangıcı yapan RATP’nin tabanıydı, bunu belirtmek gerek. 2019-2020 kışındaki emeklilik mücadelesinde, RATP ve Société nationale des chemins de fer français (SNCF)[13] koordinasyonu gibi, sendika liderliğinin savunduğu “ateşkes” karşısında bile hareketin Noel tatili boyunca sürmesini sağlayan bazı öz örgütlenme unsurları gördük. Ancak ulaşım sektöründeki işverene bildirilmeden yinelenebilen grevin tarihi devamlılığına ve büyüklüğüne rağmen, hareket birkaç istisna dışında diğer önemli sektörlere yayılamadı.
  • Yakın zamanda, ücretlerle ilgili bir dizi grev gerçekleşti. Bu hadiseler önemlidir, varlıklarını sürdürmektedir ve emeklilik için devam eden mücadeleyle birleştirilebilir.

Bu mücadele döngüsünü izleyerek, en azından mücadele yöntemleriyle ilişkili olarak, yeni bir işçi öznelliğinin katmanlaşmasına ve inşası sürecine ışık tutuyoruz. Bu, bugün varolan azmi ve kazanabilmek için “üzerine gitmemiz” gerektiği bilincini kavramamızı sağlayan muazzam bir dayanak noktasıdır. Mevcut kitle hareketi, az ya da çok farkındalıkla, geçtiğimiz yıllardaki hareketlerin derslerinden yararlanıyor. Dahası, dört gün süren tarihi eylemlerin ardından hükümet uzlaşmaz tavrını sürdürse bile, moral bozukluğunun ifade edilmemesi, aksine daha da ileri gidilmesi gerektiği bilincine varılması dikkat çekicidir. Bu açıdan bakıldığında 7 Mart tarihi bir gündür.

Mediapart‘a yazdığınız makale, genel grev perspektifinin sadece entelektüeller ya da gazeteciler arasında bir tartışma konusu olmadığını, her şeyden önce hareketin kendisinden doğduğunu göstermesi bakımından son derece ilginç. Devrimci solun zayıflığına rağmen kitle hareketi, çetrefilli bir yol izleyerek önceki yılların mücadele deneyimlerinden dersler çıkarıyor. Bu durum şaşırtıcı ve potansiyellerle dolu. 7 Mart’tan sonra hareketin ileriye doğru bir adım daha atıp atmayacağını ve hareketin yeni bir dinamik kazanıp kazanmayacağını göreceğiz.

Romaric Godin: Kitle hareketlerinin söz konusu evriminin altını sizin gibi çizmeyi önemli buluyorum. Geçmiş deneyimlere kıyasla bu hareketin yeniliğini düşündüğümüzde, ilk unsurun söylediğimiz gibi iktidarın radikalleşmesi olduğunu düşünüyorum. 2010’da büyük gösteriler vardı ama hiçbir çekişme olmadı, gelişmedi, reform gerçekleşti ve hareket durdu. Şimdi biraz daha farklı bir şey olduğunu hissediyoruz. Reform, parlamento tarafından kabul edilmediği sürece hâlâ bir tür uzlaşma beklentimiz olduğu düşünülebilir. Ancak kitlesel bir seferberlik aşamasından sonra doğal bir katılaşma olduğunu görebiliyoruz. Dahası, bu ilk aşamayı küçümsemememiz gerektiğine inanıyorum, zira kamuoyunun mobilizasyonunu not etmek ve bu görüşü genel muhalefete dönüştürmek için şüphesiz gerekliydi. Şimdi ise insanların bunun yeterli olmadığı ve başka bir şeyler yapılması gerektiği sonucuna vardığını hissediyoruz. Bu, senin işaret ettiğin çerçevede oldukça yeni bir şey: 2016’dan bu yana Rosa Luxemburg’un deyimiyle “kitlesel mücadele” hareketinin içindeyiz.

İlginç noktalardan biri de toplumsal hareketin, yani sendikaların örgütlenmesi. Sendikalar bu seferberlikler için çağrı yaptı, işçiler de bu çağrılara yanıt veriyor. Bu düzeydeki büyük fark ise sendikal birliğin güçlü olması. Şimdiye kadar sendikal birlik olduğunda kapsamı çok net değildi. Şimdi CFDT gibi sendikaların yanı sıra Genel Yöneticiler Konfederasyonu (CGC) ve Fransız Hıristiyan İşçiler Konfederasyonu (CFTC) gibi sosyal harekeint içinde yer alan ama aynı zamanda bir tür sertleşmeyi savunan sendikalara çok az destek olduğunu görebiliyoruz. Onların çizgisini farklı şekillerde yorumlayabilir, örneğin katılmaktan başka çareleri olmadığını, bunu yapmazlarsa tabanları tarafından ezileceklerini düşünebiliriz. Bu açıdan bakıldığında, geçen Noel tatilinde yaşananları düşünmeden edemiyor insan: SNCF kontrolörlerinin sendikaları ezip geçen ve SNCF çalışanlarının akıllarında tuttukları vahşi bir grev.

Başka bir deyişle, bu harekette sendikal örgütlerin pes etmesini engelleyen bir coşku var. Bunu not etmek çok önemli. CFDT liderlerinin hareketin başında ülke ekonomisinin durdurulması çağrısında bulunmayı kabul ettiğinden emin değilim, ancak hareketin iç dinamikleri tarafından buna zorlandılar. Hükümet hiçbir konuda taviz vermeyeceği için, onları pes ettirmek istiyorsanız, işleri bir adım daha ilerletmeniz gerekir. Buradan hareketle sonunda ne olacağına dair bir öngörüde bulunamayız ama bu hareketi özel kılan şey de bu adımlar. Yine de özellikle Sarı Yelekliler hareketiyle ilgili olarak söyledikleriniz ışığında bu daha anlaşılır. O dönemde bu hareket ille de işin örgütlenmesi ya da ücretli çalışanlarla ilgili değildi; ancak maruz kaldığı baskı, örgütlenmesi, insanları siyasallaştırma düzeyi ve hareketin iktidardakileri korkutan kendi dinamikleri nedeniyle Fransa’daki sınıf mücadelesinde önemli bir aşamaya işaret ediyordu. Toplumsal hareketler her zaman biraz karmaşık bir simya içerir: insanlar geçmişin tüm yenilgileriyle kıstırılmıştır, fakat Sarı Yelekliler deneyimi mücadeleyi yükselttiğimizde başka şeylerin mümkün olduğunu gösteriyor.

Bugünkü durumu belirleyen son nokta da çalışma konusuyla ilgilidir. 2019’da geniş kapsamlı emeklilik reformuna karşı bir işçi mücadelesi söz konusuydu; bu mücadele bazı açılardan mevcut hareketten neredeyse daha şiddetliydi. Bugünkü fark ise, bu reformda emeklilik yaşına iki yıl daha eklenmesiyle birlikte insanların “Neden?” diye sorması. B soru daha fazlasını düşünmeye yol açıyor: “Ben neden çalışıyorum? Çalışmamın anlamı nedir? Çalışmaya nasıl devam edebilirim? Bunu nasıl yapacağım? Şu anda işimde acı çekiyorum, buna iki yıl daha dayanabilecek miyim?” Bu reform, ücretli çalışmanın küresel doğasına ilişkin sorulara ilham vererek dünyayı ateşe veriyor, tamamen ortadan kalkmış olan soruları yeniden canlandırıyor. Bu soruların ardından biraz daha zorlarsak, insanlar “Nasıl üretiyoruz? Neden üretiyoruz? Ve kimin için?” gibi soruları sorabilir. Bundan sonra daha da fazla soru ortaya çıkabilir. Örneğin iklim krizi de bir üretim sorunudur. Dolayısıyla bu hareket, refah devletine yönelik bir saldırıya karşı basit bir savunma hareketinden ziyade çok daha geniş bir eleştiriye yol açma kapasitesine sahip. Bugün ilginç bulduğum şey ise hareketin genişleme potansiyeli. Bu simya, toplumsal hareketlerin barındırabileceği tüm sürprizlerle birlikte yaşanabilir.

Juan Chingo: Aslında, burjuvazinin radikalleşmesinin göstericilerin radikalleşmesine karşılık olarak gerçekleştiğini fark etmek önemli. Sendikalar hakkında söylediklerinizi geliştirecek olursak: CFDT’nin sendikalar arası ya da Intersyndicale’de[14] yer alması kesinlikle ilk kez olmuyor ancak yeni olan şey CFDT’nin merkezîliği ve yarı-iktidar kurucu rolü. Bu durum oldukça açıklayıcı: Laurent Berger[15] gibi sosyal diyaloğa çok daha yatkın bir kişiye Fransa’nın 24 saatliğine bile olsa kapatılması çağrısında bulunması için baskı yapılabilmesi, durum hakkında bir şeyler söylüyor. Buradan başlamalı ve özellikle geçmişte mücadele etmiş ve bugün haklı olarak güvensizlik duyan bazı sektörler açısından bu durumu ciddiye almalıyız. Örneğin son yıllarda hareketlerin ön saflarında yer alan demiryolu işçilerini, RATP’yi ya da rafinericileri düşünüyorum. İşin iyi tarafı, greve gidenlerin yalnızca kendilerinden ibaret olmasını istemiyorlar. Olumsuz tarafı ise diğerlerinin de greve gitme kararlılığına sahip olmaması. Ama gerçek şu ki Berger ve Intersyndicale, Macron ve burjuvazinin radikalleşmesi nedeniyle yukarıdan, ama aynı zamanda kitle hareketinin baskısıyla aşağıdan zorlanarak felç çağrısı yapmak zorunda kaldılar. Bu, hareketin en güçlü ve aynı zamanda en zayıf noktasıdır. Gerçek şu ki, bir genel grev, sınıf mücadelesinin diğer biçimlerinden daha fazla, açık ve kararlı bir liderlik ya da basitçe ifade etmek gerekirse devrimci bir liderlik gerektiriyor. Şu an için Fransız işçi sınıfında böyle bir liderliğin izine rastlanmıyor, böyle bir liderlik bir gecede oluşmayacak.

7 Mart’tan sonra Intersyndicale’den (özellikle Berger ve en uzlaşmacı kesimlerden) sorunları siyasallaştırarak, taleplerin genişletilmesine karşı çıkarak ve kendilerini sadece reformun geri çekilmesini savunmakla sınırlayarak hareketin ilerlemesini yavaşlatmak için güçlü bir baskı olacak. Buradaki zorluk, bu durumun üstesinden gelmenin mümkün olup olmadığını görmek olacaktır. Luxemburg’un örneğini ele alırsak, genel grev kararlaştırılamaz. Bu tarihi bir andır, hiç kimseyi beklemeyen kitle hareketinin bir patlamasıdır. Bu anlamda, bugünkü koşulların özellikleri kitlesel bir greve doğru gidebileceğimizi gösteriyor. Ancak bu dinamiğe karşı çıkan unsurlar olduğunu da unutmamalıyız. Toplumsal hareket geliştikçe, sivil toplum daha önemli bir rol oynadıkça, neoliberal saldırıya ve ara organların krizine rağmen sendikal örgütlerin bürokrasisi de bir engel olabilir.

Mevcut hareketin “siyasallaşması” ile ne kastettiğinizi biraz daha açabilir misiniz? Ve stratejik bir bakış açısıyla bundan nasıl bir sonuç çıkarıyorsunuz?

Juan Chingo: Bu gerçekten de eylemlere özgü bir faktör. Bu konuda Paul Morao[16] ile birlikte yazdığım ilk makalede, bu hareketin büyük bir potansiyel sunduğuna inandığım protesto niteliğinden ziyade siyasi niteliğinin altını çizmiştim.

2019-2020 emekli maaşları mücadelesi sırasında, harekete geçen kesimlerin mücadeleyi reformlardan doğrudan etkilenmeyenleri de kapsayacak şekilde genişletmesi zor oldu. Aslında bu, bugüne kadar belli sayıda hareketin karşı karşıya kaldığı çok önemli bir soru: talepler ve harekete geçirilen sektörler açısından daha geniş bir cephe nasıl inşa edilebilir? Sarı Yelekliler’in şikâyet listeleri olması tesadüf değil.

Bugün en güvencesiz sektörlerle konuştuğumuzda, bu işçilerin emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı çıktıklarını, ancak aynı zamanda enflasyon, yoksulluk ücretleri, çalışma koşulları vb. konulardan da bahsettiklerini görüyoruz. Bu konular pek çok sektörün tartıştığı konuların ayrılmaz bir parçası. Ancak bunun aksine, Intersyndicale tarafından bu konuların siyasi olarak ele alınmasını görmek ilginç. Sendika, en yoksul kesimlerin greve gidemeyeceğini söylemek için enflasyonu kullanıyor, bunun yerine cumartesi günü gösteriler düzenlemeyi öneriyor. Bu stratejinin bir hata olduğunu düşünüyorum. Soru daha ziyade taleplerin nasıl genişletileceği ve herkese ulaşarak kitlesel bir greve nasıl hazırlanılacağı olmalıdır. Mevcut hareket ücret sorununu da kapsayacak şekilde genişlerse, proleter cephe daha güçlü olacak. Neden kendimizi reform sorunuyla sınırlayalım, mevcut ücret çatışmalarının çoğunun konusu olan maaş bordroları sorununu ele almayalım? Genişleme potansiyelinin varolduğunu ve bazı insanların 7 Mart’ta greve gitmeye hazırlandığını, herkes için 60 yaşında, en zor işler için 55 yaşında emeklilik talep ettiklerini ve ücretlere sektörel talepler eklediklerini görebiliyoruz. Örneğin Sète’deki çöp toplayıcıları ya da Roissy havaalanı işçileri bunu söylüyor.

Savunmacı bir hareketten çıkmak için bir mücadele planı ve sınıfı birleştirecek daha geniş talepler gerekir. Ancak sendika liderlerinin her ne pahasına olursa olsun kaçınmak istedikleri şey budur. Berger’in söylediğinin aksine, sınıfımızın en yoksul kesimlerinin ciddi ve gerçekten kararlı bir şeyin tehlikede olduğunu görmeleri koşuluyla greve gidebileceğini düşünüyorum. Bir şeyleri değiştirmek için ciddi ve örgütlü bir çabanın başladığını görürlerse, mücadeleye dahil olabilir ve hatta greve gidebilirler. Düşük ücretliler, zor işlerde çalışanlar ürkek hareketlerde bulunmayacaklardır ve gerçekten bunun için bir kararlılık görürlerse büyük bir mücadeleye girebilirler. Dolayısıyla benim savunduğum stratejik mantık, Berger ve Intersyndicale tarafından savunulanın tam tersi aslında.

Romaric Godin: Aslında bu siyasallaşma zaten var. Bugün asıl mesele reforma karşı çıkmak değil, bu hareketin nasıl evrileceği ve sonrasında onunla ne yapacağımız. Bu açıdan bakıldığında size katılma eğilimindeyim: Sendikalar, bazı nedenlerden dolayı (çünkü bazıları sendikal birliği korumak istiyor, diğerleri sosyal hareket ve siyaset arasındaki ayrıma bağlı kalmayı tercih ediyor) siyasallaşmamaya kararlılar. Sadece emeklilik reformuna odaklanıyorlar. Ancak bundan dolayı hesap vermek zorunda kalacaklar. Reformun geri çekilmesi talebi devam eder ve reform geri çekilmezse, bu kadar güçlü bir toplumsal hareketle, az önce açıkladığınız gibi yayılan bir bilinçle (Sarı Yeleklilerin anılarıyla karışmış bir hareketle, maaşlarla ilgili bir hareketle) tüm bunlarla nasıl hiçbir şey elde edemediğimizi açıklamak zorunda kalacaklar. Bu özel stratejiye öncülük edenler onlar. Dolayısıyla bir noktada bilanço çıkarılmalıdır.

Mevcut hareketin zorluğu, işçi hareketi tarihindeki diğer büyük anlardan farklı olarak, hareketi örgütleyecek, kitleleri siyasi olarak yönlendirecek, genişlemesini zorlayacak bir partinin olmaması. Bir anlamda toplumsal hareket kendi haline bırakılmış durumda ki bu da bir zayıflık doğurabilir. Bu reformu sadece geri çekilmesini isteyerek yenemeyeceğimizi biliyoruz. Burjuvalar o kadar radikalleşmiş durumdalar ki 2023’ün ilk çeyreğinde 0,2 puanlık bir GSYİH kaybı olacağı için pes etmeyecekler. Ancak artık işler böyle yürümüyor. Riskler o kadar yüksek ki burjuvazi bu 0,2 puanlık GSYH’yi, hatta 0,3 ya da 0,5 puanı bile kaybetmeye hazır. Çünkü peşinde oldukları çok daha büyük bir şey var: Her türlü direnişi kırmak ve iş dünyasını disipline etmek, böylece çok daha fazlasını kazanmak ve iktidarlarını daha da sağlamlaştırmak. Farkına varmamız gereken şey bu, bugün giderek daha fazla insan farkına varmaya başlıyor.

Ancak iktidar meselesiyle karşı karşıyaysak, bunun nedeni aslında siyasi bir meseleyle karşı karşıya olmamızdır. Intersyndicale kendisini, siyasi bir konuda mücadele ettiğimiz ama hareketi siyasallaştırmak istemediğimiz çelişkisiyle boğuşurken bulacaktır. Yani ya yenilgiyi kabul edeceğiz, çünkü oraya gitmek istemiyoruz ya da oyunu oynayacağız ki bu, her şeyden önce, kazanmak ya da kaybetmekle ilgili varsayımlarda bulunmak bir yana, bir şeyler inşa edebileceğimiz anlamına geliyor. En büyük zorluk, toplumsal hareketin bu inşasının toplumsal hareketin kendi içinde yapılması gerektiğidir. Uzun bir yol kat ettik: 7 Mart’ta greve gitmeye hazır olanların çoğu önceki toplumsal hareketlerde hazır değildi ya da hayal kırıklığına uğramıştı. Bazıları François Hollande, Emmanuel Macron, hatta Nicolas Sarkozy’ye inanmış olabilir. Bu insanlar sahada ve mücadelenin içinde öğrenebilirler ve bu anlamda hareketin çok büyük bir potansiyeli var. Ancak bu mücadelenin büyümesi için alan açmalıyız. Çünkü 7 Mart’ta sadece bir günlük kitlesel gösteriler olursa, hareket sınırlı kalacaktır. … Asıl zorluk bunun nasıl sürdürüleceğidir.

Her ikiniz de genel grevi kazanmak için stratejik bir yöntem olarak savunuyorsunuz. Bu perspektifin “hedefli, uzatılabilir grev” gibi önerilerden ya da “ekonomiyi bloke etme” çağrılarından farkı nedir?

Romaric Godin: Bence vekaleten grev fikrine, yani stratejik sektörler grev yapıp ekonomiyi bloke ederken diğerlerinin onları desteklemesi, televizyondan izlemesi ya da grev fonuna para yatırması mantığına son vermeliyiz. Başlangıç noktamız, bu reformdan önce duyarlılık açısından neredeyse sıfırdan gelen bir nüfus. Bu nedenle her şeyin inşa edilmesi gerekiyor. En kötü tuzak işgücünün büyük bölümünü pasif bir konumda tutmak, başkalarının kendileri için grev yapmasını izlemek olacaktır. Çoğu kamuoyu yoklamalarında grevciler desteklense de bir noktadan sonra tepkiler şöyle ilerleyecektir: “Bizi kızdırıyorlar” çünkü artık elektriğimiz, benzinimiz, trenimiz yok, artık tatile gidemiyoruz ya da metroya binemiyoruz. Bu eski dünyanın stratejisidir. 

Şimdi soru şu: Juan’ın bahsettiği bu öznelliği, salt savunmacı olmayan büyüklükte bir toplumsal hareketi nasıl inşa edeceğiz? Pasiflikten çıkarak, toplumsal hareketin ve grevin aktif bir katılımcısı olarak ve her gün ne yaptığımız üzerine düşünerek. Hiçbir amaca hizmet etmeyen “saçma sapan işler” olduğunu söyleyerek işgücünün bir bölümünü aşağılamakta hızlı davrananlar var. Olabilir ama bu işlerin kapitalist sistemde değer üreten bir işlevi de var. İnsanlar çalışmayı bırakırsa, diğerleri küresel ekonomideki işlevlerini düşünmek zorunda kalır. Sonuç olarak ekonomide ağırlığı olanların sadece rafinericiler ya da demiryolu işçileri olmadığını anlıyoruz. Özellikle de temel sektörler olarak adlandırılan sektörler, sistem tarafından üstesinden gelinebilecek bir ekonomik etkiye sahip. Bu nedenle işgücü içindeki hareketi ve talepleri genişletmek gerekiyor. İkameci bir grev lüksüne sahip değiliz.

Sistemi gerçekten tehlikeye atan şey para değil, güç meselesidir. Hareket içinde aramızda sık sık konuştuğumuz bir konu bu. “Ekonomiyi durdurursak her şey durur” demekten ibaret olan bir tür ekonomik fetişizm içindeyiz. Ancak Mart 2020’de ekonomiyi durdurduk ama hiçbir şey gerçekten durmadı. İşler yeniden başladığında, her şey eskisi gibi oldu. İşçilerin iktidarı ancak etkin hale gelirse ve dolayısıyla sermayenin iktidarından kurtulursa bir gerçekliktir. Aksi takdirde, kendi üretimimize yabancılaşmış üreticiler olarak kalırız. Bunu yaparken de temel sorulara doğru ilerleriz: üretici ile ürünü arasındaki ayrıma. Grev neye izin verir? Temel ayrılık sorusu üzerine düşünmekten doğan uzlaşma potansiyelini.

Bu tür bir hareket zorludur çünkü diğer kampın radikalizmine yanıt vermemizi sağlar. Tartışmamızın başında şu konuda ısrar etmiştiniz: genel ve kitlesel grev bir hevesin ürünü değildir; nesnel bir gerçeklikten, genel bir hoşnutsuzluktan kaynaklanır. Bugün bu toplumsal hareketin nesnel koşulları daha geniş bir şey inşa etmek için ilginç potansiyeller barındırıyor. Belki de bu potansiyel mevcut hareket içinde gerçekleşmeyecektir. O halde bu hareket gelecek için ilk taş olabilir, yeter ki önceki toplumsal hareketlerde mevcut olan pasiflik stratejisini kabul etmekten vazgeçelim.

Juan Chingo: İki koşullu olsun, ya hep ya hiç olsun, bu doğrultuda bir vizyonumuz olmaması gerektiği konusunda sana katılıyorum. Hareketin mevcut istikameti göz önüne alındığında, kitle hareketinin çelişkilerini tek seferde çözeceğimizi iddia edemeyiz. Ancak, işçilerin daha acil taleplerinin kaybedildiğini varsaysak bile, bu hareketin gelecekte de çok önemli bir rol oynayabileceğini ve bizim de etki edebileceğimiz yerin burası olduğunu düşünüyorum, devrimci bir siyasi örgütün militanı olarak kendi adıma konuşuyorum. Sadece birkaç yerde başarılsa bile öznelliğin en kararlı unsurlarını olabildiğince geliştirerek somut hale getirmek adına adımlar atabiliriz. Örneğin, 7 Mart’ta gerçek anlamıyla genel meclislerin organize edilmesi, böylece işçilerin grevi devralması ve karar alma yetkisini sendika liderlerinden geri alması mümkün olabilir. Bu, özellikle de mevcut özörgütlenme eksikliği hareketin temel zayıflıklarından biri olduğu için belirleyici bir faktör olabilir,

Ben de bu nedenlerle “vekaleten greve” karşıyım: Aslında, kapitalist sistem tarafından en çok etkilenen ve ezilen yoksullaştırılmış kesimlerin harekete geçtiği gün, o gün siyasi ve hatta devrimci potansiyelle birlikte, hareketin enerjisi, insanların öfkeleri ve yaratıcılıklarıyla zorunlu olarak on kat artacaktır. Bu durum salt bu grev ölçeğinde değil, Fransa’da devrimi düşünmek için de stratejik önemi olan bir meseledir. Son 30 yılda hayata geçirilen neoliberal reformlar ve iktidardaki sınıfın giderek güçlenmesi, bizi “örgütlenmedeki aşırı departmanlaşmayı ortadan kaldırmaya” zorluyor. Günümüzde demiryolu işçilerine baktığımızda, nakliye sektöründeki işin yüzde 10’unu temsil ettiklerini görüyoruz. Bu açıdan değerlendirdiğimizde tır şoförlerine seslenmeden ülkeyi abluka altına almanın mümkün olmadığını görüyoruz. Benzer şekilde, arıtım işçileri ve oynadıkları stratejik roller üzerine de çokça konuşuluyor. Ancak ekonomiyi bloke etmeyi gerçekten istiyorsak ne siyasi açıdan ne de sadece taktiksel ve pragmatik bakış açısından yeterlidir. Dahası, 1995’teki süreçte kilit rol oynayan telekomünikasyon ve postane gibi bazı önemli sektörlerin bugün sahnede yokluğu göze çarpıyor. Burada çalışanlara yeniden hitap edebilmek yaşamsal bir görev olarak karşımızda duruyor.

Sırf ülkeyi tamamıyla bloke etmekte yetersiz kalışı da değil, geleneksel olduğu söylenen sektörlerin varlığıyla tatmin olup diğerlerini görmezden geldiği, patlamaya hazır kitleleri seferber etmekte de yetersiz kaldığı için, işte tüm bu nedenlerden ötürü, vekaleten grev “taktiği” hareketin geleceği için tehlike teşkil ediyor. Sendikaların rutin dinamiklerini değiştirmek amacıyla işçi sınıfına dahil olan yeni taburları ve özellikle de sendika liderliklerinin dillere pelesenk olmuş sloganlarıyla çelişen en çok sömürülen kesimleri görmeliyiz. Proletaryanın en güçlü kesimlerinin bu kesimlerle bağ kurmak için çabalamasına ihtiyaç duyuluyor. Bu bağların önemi anlaşıldığı takdirde önümüzdeki ihtimaller ciddi anlamda hudutsuz. Buna karşılık, sonuna kadar gitmeyen ve kendini birkaç sektörle sınırlayan bir genel grev, ekonominin normal işleyişini bozsa ve günlük hayatı etkilese bile zafere ulaşamayacaktır. Unutmayalım ki, 2010’da Intersyndicale (Fransa’da 2008 sonbaharından beri CGT, CFDT, FO, CFTC, CFE-CGC, UNSA, Solidaires ve FSU’yu bir platformda bir araya getirmiş olan sendikal örgütlenme) sektör bazında yenilenebilir grevlere karşı çıkmadı. Aksine, bir alternatif sunmadan ve grevleri kuvvetlendirmeden, yolun sonunda enerjileri tükenene kadar, bu grevlerin öylece gerçekleşmesine izin verdiler.

Dolayısıyla mesele, grevin “verimliliği” sorgulamasının ötesine geçiyor: siyasi strateji açısından, devleti ve patronları boyun eğdirmek için kitlelerin tamamını mücadeleye nasıl dahil edeceğiz? Genel grev, bilhassa radikalleşmiş bir burjuvaziyle karşı karşıya kaldığında, yalnızca birkaç tabura güvenemez. Sınıf savaşında önemli olan kitledir, bu kitle mücadelenin herkes için yaşama ve çalışma koşullarını derinden değiştirebileceğini göstererek kazanılır. Bugün böylesi büyük bir hareketin gerçekleşmesi için şartlar uygun. Ancak, alternatif liderliğin zayıflığı göz önüne alındığında, bu büyük potansiyelin mevcut liderlikle ne denli mevzilendirilebileceği sorusu yanıtsız kalıyor.

Romaric Godin: Aslında durum benim açımdan bilhassa ilginç, çünkü stratejik olduğu öne sürülen sektörler özerk olmak istemiyor, en yoğun biçimde kapitalist sömürüye maruz kalan diğerleri de zaten yalnız ve bağımsız var olamaz. Bu durumun bir bakıma fırsat olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda, hareketin gidişatında bir kırılma gerçekleştirmenin en iyi yöntemi, aslında bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar sektöre ihtiyacımız olduğunu kabullenmektir. Dahası, Fransa ekonomisinin taşıyıcısının büyük ölçüde hizmet sektörü olduğunu ve bu hizmetlerin çoğunun ticari hizmetler olduğunu, yani genellikle “zırva işler” kategorisine düşürüldüğünü aklımızdan çıkarmamalıyız. Oysa grev söz konusu olduğunda çoğu zaman göz ardı edilen ticari hizmetleri içeren sektör, aslında kitlesel ve hatta ağırlıklı olarak piyasa değerinin üretimiyle meşguldür. Bu nedenle, bu sektörün varlığını yok sayamayız ve Fransa’da kapitalizminin çağdaş örgütlenmesi sürecinde bu değişiklikleri hesaba katmalıyız. Bu anlamda örgütlenmenin özgüllüklerini kavrayarak, kapitalizme en verimli şekilde karşı koymayı başaracağımıza inanıyorum.

Juan Chingo: Sana katılıyorum, ancak örneğin Airbus ve büyük gruplara ait tüm taşeronlar gibi sayısı belirli stratejik ve endüstriyel sektörün mücadeleye henüz kazandırılamadığını unutmamalıyız. Burada bahsettiğimiz 1960’ların Renault’su değil ama yine de bu sektörlerin ihmal edilmemesi gereken hatırı sayılır bir ağırlığı var. Şu anda havacılık sektörü, neredeyse bir işveren sendikası olan Force Ouvrière tarafından yönetiliyor. Fakat bu sektörleri mücadeleye dahil edebilsek, bambaşka bir hikâyeden bahsedebiliriz. Askeri kompleks seviyesinde Dassault[17], Safran[18] ve tüm Fransız havacılık sektörü savaşa girseydi, bu durumu derinden değiştirirdi. Çoğu zaman “stratejik sektörler” dediğimiz şeyin aslında ihmal edilen ve sahneye girişi gerçek anlamda devrim yaratacak diğerlerinin yanı sıra yalnızca iki veya üç sektörden (arıtım işçileri, demiryolu işçileri ve daha nadir olmakla birlikte mevcut harekette özellikle güçlü sözü olan enerji işçileri) ibaret olduğunu göstermek için bu noktayı vurguluyorum.

Arıtım işçilerinin geçen sonbahardaki grevi, anlaşılması gereken belirli sınırlamaları öne çıkardı. Örneğin, esasen petrol sektörünün bir parçası olmalarına rağmen tüm taşeronlar greve gitmedi. Arıtım işçileri dışında yer alan ancak tam bir üretim çarkı olan Total[19] bünyesindeki talepler de grevle ilişkilendirilmedi. Ancak Total’e boyun eğdirmek için rafinerilerin hem içindeki hem de dışındaki tüm taşeronların birleşmesi gerekiyor. Aynı sorun, Fransa’nın ulusal demiryolu şirketi olan SNCF’de de yaşanıyor, istasyonlarda ve demiryolu ağında çalışan binlerce taşeron işçi değil, çoğu zaman yalnızca “demiryolu işçileri” greve çağrılıyor. Ancak proletaryanın gücü, daima kendisini bütünüyle ve kurumsallaşmamış bir şekilde beyan ettiğinde meydana çıkar.

Kitle grevi dinamiğinin ne kadar ileri gidebileceğini düşünüyorsunuz?

Romaric Godin: Bugün inşa etmekte olduğumuz şey, her şeyden önce, onlarca yıllık sistematik yıkımdan sonra yetişip gelen bir yeniden yapılanma anıdır. Tanıklık ettiğimiz durum karşısında tevazu göstermeliyiz diye düşünüyorum. Hareket bizi şaşkınlığa uğratarak kendi potansiyellerini ortaya çıkarsa bile, en olası sonuçlardan biri olarak kitlesel ayaklanmayı beklemiyorum. Kazanacağımız ne diye sorarsak, cevabım savunma mevziinden çıkıp sürdürülebilir ve yerleşik bir toplumsal hareketin yaratılması olacaktır. Bu aynı zamanda, iktisadi güç meselesini gündeme getiren hareketi oluşturan şeyin aslında ekonominin durması olmadığının da göstergesidir. Bu bakış açısından hareketle, genel grevin, burjuvazinin gücünü bir çırpıda ortadan kaldıracağı varsayıldığı sürece, anında ve sihirli bir biçimde devrime yol açacağını öne süren anarko-sendikalist görüşü paylaşmıyorum, nihayetinde burjuvazinin “düşüşü” evrensel bir grev sonrasında gerçekleşecektir. 

Juan Chingo: Bence içinde bulunduğumuz durum devrimci değil. Buna katılıyorum. Ancak potansiyel bir kitle grevinin arifesindeyiz. Bu, bahsettiğimiz çelişkilere rağmen gerçekleşirse, ciddiye almamız gereken eşi benzeri görülmemiş devrimci potansiyellerin önünü açacaktır. Devrimci sendikalizmden referans alınan anlayışın veya büyüklüğü göz önüne alındığında beklendiği kadar önemli sonuçlar vermeyen 1968 genel grevinin hatırasının aksine, bir kitle grevi sınıf mücadelesinin en şiddetli biçimlerinden biri olacaktır. 7 Mart bize ne gösterecek bilemiyorum ancak grev genelleşirse, örneğin grev hatlarını örmeyi ciddi olarak düşünmeliyiz. Bu nedenle Laurent Berger’in ısrarla belirttiği gibi “Fransa askıya alınmış” değil, eylemsel bir grev fikrini aşılamamız gerekiyor. Şu an için hükümet korkmuyor ama bu değiştirilebilir. Genel grev gerçekleşirse, saldırıya geçmeden fırsatın ellerimizden kaçmasına izin veremeyiz. Her halükârda, potansiyel oradadır ve bu potansiyelden bütünüyle faydalanmaya çalışmalıyız.

Son olarak, kitle hareketi ile parlamento faaliyeti arasındaki ayrım hakkındaki ne düşündüğünüzü öğrenebilir miyiz? Ulusal Meclis’teki tartışmalar[20] size nasıl ilham verdi?

Romaric Godin: İlk mütalaadaki tartışmaların Meclis’te gösterdiği şey, Hemicycle’da (Senato) aslında hiçbir şeyin olmadığıdır. Ulusal Meclis’in doğrusunu söylemek gerekirse bir sirk haline gelmesinin nedeni budur, orada olup bitenler büyük ölçüde maddi içeriği olmayan bir gösteriden ibarettir Sol, Parlamentonun bu sistem altında hiçbir gücünün olmadığı gerçeğine kafa yormalıdır. Mutlak çoğunluk olmasa bile, herhangi bir siyasi sonuç olmaksızın sosyal güvenlik için getirilen gelir vergisi kanununun değiştirilmesi amacıyla gündeme getirilen 49/3[21] gibi çeşitli anayasa maddelerinin rolü göz önüne alındığında, bu hiçbir şeyi değiştirmez. Parlamento böylece büyük ölçüde diskalifiye edilir. Radikal bir anti-parlamenter pozisyonu alacak kadar ileri gitmeden, Parlamento’nun ancak toplumsal hareketi aksettirerek faydalı olabileceğini söyleyebiliriz. Ancak insanları bir şeylerin tehlikede olduğuna inandırmaya devam ettiği sürece, oldukça demobilize edici bir etkiye sahip olduğunu görebiliriz. Her halükârda hükümet gerçekten yalnızca Cumhuriyetçi Parti ile diyalog kuruyor. Ayrıca, engelleyici değişiklikler hiçbir amaca hizmet etmiyor, hatta dikkatleri de mevcut hareketten uzaklaştırıyor. Bir kez daha görüyoruz ki durduğu yer iddia ettiği gibi değil.

Parlamenter sol ile toplumsal hareket arasındaki ayrımları tetkik etmemize olanak vermesi bakımından hâlâ merak uyandırıcı bir şey var, ancak böylesine derin ve geniş ölçekli bir harekette parlamenter gerilla savaşı fikriyle sınırlı kaldığımızı görmek beni oldukça şaşırttı. Oyunun kuralları en başından belirlendi: Cumhuriyetçilerle bir oylama yapılacak veya 49/3 hayata geçirilecek. Peki, daha en başından anlaşmaya varıldıysa parlamenter sol toplumsal hareketle nasıl bir ittifak içinde hareket ediyor? Parlamento gösterisinin anlamsızlığı, gerçekte her şey 55 Boulevard Saint Honoré’deki ofiste oynanırken, yani bir adam tüm kararları alırken her zaman orada başka bir şeyler oluyormuş gibi davranmakta ısrar eden Beşinci Cumhuriyet’in karakteristik bir özelliği gibi görünüyor. Parlamenter sol kendi kendine hikayeler anlatmayı sevse de 1958’den beri kimse Fransa’nın artık “güçlü bir parlamenter demokrasi” olmadığı gerçeğini yadsımıyor. Öte yandan, sokaklarda derinden ve meselelerin özünü kavrayan bir hareketlilik olduğunun da farkında olmak gerekiyor. Bu koşullar altında, ilerleyeceğimiz yolu belirleyecek olan da yasa değişiklikleri değil. Aksini iddia etmek sadece bir saptırma olacaktır.

Juan Chingo: Romaric’in az önce söylediklerine katılıyorum. Meclis’in siyasi mücadele yeri olmadığı çok açık. Tasvir edilen durum, Senato’nun kaldırılması veya başkanlık işlevinin kaldırılması ve daha da kapsamlı düşünüldüğünde Beşinci Cumhuriyet’in aşılması gibi bir radikal demokratik programın belirli unsurlarını tartışmaya açma fırsatıdır ki bu pozisyon Mélenchonist Altıncı Cumhuriyet hedefinin bir parçasıyla sınırlı kalmamalı, Paris Komünü[22] örneğinde olduğu gibi çok daha radikal bir şekilde hayata geçirilmelidir. Fransa tarihi, Konvansiyon’un ilk günleri veya daha önce de söylediğim gibi, parlamenterlere bir işçininkine denk maaş verildiği ve halkın denetimine tabi tutulduğu Paris Komünü gibi, kitlelerin ruh halini yansıtan meclis biçimlerine tanıklık etmiştir. 

Bu bakımdan, devrimci hedefleri açısından samimi olan La France Insoumise[23] yoldaşları, yukarıdan bir cumhuriyet reformu için zaman kaybetmek yerine, Jakoben[24] devrimci geleneğin en iyileriyle hatta daha da iyisi Komün’le yeniden bağ kurarak hem yasama hem de yürütmeden oluşan tek bir meclisin oluşturulması için çaba sarf ederek böylesi bir demokratik programın koşullarını olgunlaştırabilir. Tüm bunlar, kitle hareketinin burjuva temsili demokrasisini deneyimlemesine ve tek geçerli demokratik perspektif olduğuna inandığım kendiliğinden örgütlenme bilincini geliştirmesine büyük ölçüde yardımcı olacaktır. Toplumsal hareket, Mélenchon’un önerdiği gibi, temsilcilerin uzlaştırılması yoluyla Meclis’te varolmaya talip olmaktan veya politik olmakla birlikte kurumsal bir çıkış yolu aramaktansa, kendisini kendi örgütlerinde bizatihi kendisi için ifade edebilmeli ve sesini duyurabilmelidir. Genel grevin gidişatı ve kitlelerin kendiliğinden örgütlenmesinin gelişimi böylelikle aynı sonuca işaret ediyor: Burjuvazinin iktidarına karşı hakiki bir karşı-iktidarın tahkimi.

*Bu röportaj, Marc Elba, Suzanne Icarie ve Dominique Valda’nın yardımıyla yazılı hâle getirilmiştir. İlk kez 4 Mart’ta Révolution Permanente’de Fransızca olarak yayımlanmıştır.

Kaynak Metin: French Socialists on the Potential and Strategy of Working-Class Struggle (Left Voice)

Çevirenler: Işık Kıribrahim, Enes Köse, Ahmet Çetin

Editör: Cüneyt Bender


[1] Macron yönetimi, yasal emeklilik yaşını 2030’a kadar 62’den 64’e çıkarmayı hedefliyor. 2027’den başlayarak, insanların bir emekli maaşı alabilmesi için en az 43 yıl çalışmış olması gerekecek, yani kadınlar, diğer marjinalleştirilmiş ve işçi sınıfının işgücünden uzaklaşmak zorunda kalabilecek ırk ayrımcılığına uğrayan kesimleri, daha uzun süre ve daha az ücretle çalıştırılarak köşeye sıkıştırılacak.

[2]1993’te Edouard Balladur’un merkez sağ kabinesi görevdeyken, özel sektörde emeklilik şartı 37,5’ten 40 hizmet yılına çıkarıldı. Balladur hükümeti de emeklilik hesaplamalarını değiştirerek işçinin en yüksekten maaş aldığı 10 yıl yerine 25 yılı baz aldı.

[3] Fransız siyasetçi Édouard Philippe, 2020’den beri Le Havre belediye başkanıdır. Daha önce 2010’dan 2017’ye kadar bu görevi yürütmüştür. 15 Mayıs 2017’den 3 Temmuz 2020’ye kadar Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un başbakanlığını yapmıştır.

[4] Başlangıçta Sosyalist Parti (2000’den 2017’ye) ve Ulusal Meclis (2007’den 2017’ye) üyesi olan Olivier Dussopt, Başbakan Élisabeth Borne hükümetinde 2022’den bu yana çalışma, istihdam ve entegrasyon bakanı olarak görev yapan bir Fransız siyasetçidir.

[5] 1995’ten 2007’ye kadar Fransa cumhurbaşkanı olan Jacques Chirac’ın siyasi doktrini.

[6] Başlangıçta Sarkozy tarafından uygulanan “asgari hizmet yasası” uyarınca, toplu taşımada çalışanlar gibi bazı çalışanların, greve katılmadan 48 saat önce “bireysel niyet beyanı” (DII olarak da bilinir) sunmaları gerekmektedir. Bu bildirimler, işverenlerin olası bir grevin kadroları üzerinde yaratacağı kesin etki hakkında bilgilendirmesine hizmet eder, böylece grev kırıcılığını buna göre planlayabilirler. Yasa, patronların “DII” yapmayı reddeden ve greve giden işçileri cezalandırabileceğini belirtiyor.

[7] Raymond Soubie, Sarkozy’nin eski sosyal işler danışmanıdır.

[8] “Vatani Hizmet” veya SNU, 2019’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tarafından başlatıldı, 16-25 yaş arasındaki tüm vatandaşlar için gerekli olacak.

[9] “Loi travail” olarak da bilinen El Khomri yasasının önerdiği emek ve işgücü yasaları değişikliklerine karşı yapılan gösteriler sonucunda 31 Mart 2016’da Fransa’da bir toplumsal hareket olan Nuit debout doğdu. İspanya’daki “15-M” veya “Indignados” adıyla bilinen kemer sıkma karşıtı harekete ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki “Occupy” hareketine benzetilmektedir.

[10] Genel anlamda, “Slow Strike” (Yavaş Grev), işin çalışanlar tarafından gönüllü olarak yavaşlatılması, ancak tamamen durdurulmaması anlamına gelir.  2018 örneğinde, üç ay boyunca SNCF’deki işçiler beş günde bir iki gün izin kullanarak iş bırakma eylemi gerçekleştirdi.

[11] CGT-Cheminots (Fédération des Cheminots — “Demiryolu İşçileri Federasyonu”), Fransa’daki demiryolu işçilerini temsil eden en büyük sendikadır ve CGT’ye (Confédération Générale du Travail) bağlıdır.

[12] RATP (Régie Autonome des Transports Parisiens — “Özerk Paris Ulaşım Otoritesi”), Île-de-France’ta toplu taşıma ağlarını işleten bir şirkettir.

[13] SNCF (Société nationale des chemins de fer français — “Fransız ulusal Demiryolları Şirketi”), Fransa’nın devlete ait ulusal demiryolu şirketidir.

[14] “Intersyndicale”, gayriresmî, yasal statüye sahip olmayan ve bir sendika örgütünün haklarını kullanamayan sendikalar arası bir birliktir. İçinde yer alan her kurum ve örgüt kendi egemenliğini korur ve ancak rızasını verdikten sonra sendikalar arası kararlara ahlaki açıdan bağlı kalır.

[15] Laurent Berger, Fransız bir sendikacıdır ve 28 Kasım 2012’den bu yana Fransız Demokratik Emek Konfederasyonu’nun (CFDT) genel sekreteridir.

[16] Yazar Paul Morao Révolution Permanente’de yayın kurulu üyesidir.

[17] Dassault Aviation SA, Fransız askeri uçak ve ticari jet üreticisidir.

[18] Fransız çok uluslu şirket Safran SA, dünyanın en büyük ikinci uçak ekipmanı üreticisidir.

[19] Yedi en büyük petrol şirketinden biri olan TotalEnergies SA, çokuluslu bir enerji ve petrol şirketidir.

[20] Beşinci Cumhuriyet altında Senato, iki meclisli Fransız Parlamentosu’nun üst organı olarak görev yaparken, Ulusal Meclis onun alt meclisi olarak görev yapıyor.

[21] Fransız Anayasası’nın Madde 49/3 fıkrası, hükümetin bir yasa tasarısını oylama olmaksızın geçirmesine izin verir.

[22] Paris Komünü, 18 Mart-28 Mayıs 1871 tarihleri arasında Paris’te iktidarı ele geçiren devrimci hükümettir. Fransa-Prusya Savaşı sırasında Fransız Ulusal Muhafızları arasında işçi sınıfı radikalizmi yayılıyor, onlara şehrin kontrolünü ele geçirmeleri ve bağımsız bir hükümet kurmaları için ilham veriyordu. Komün, kendi kendini denetleme, çocuk işçi çalıştırmanın yasaklanması, kira affı, kilise ve devletin ayrılması ve çalışanların sahibinin terk ettiği bir işi devralma hakkı dahil olmak üzere sosyal demokrasiyi destekleyen ilerici politikalar geliştirdi. Ancak Mayıs ayının sonunda Komün, Ulusal Fransız Ordusu tarafından “La semaine sanglante” (Kanlı Hafta) olarak bilinen saldırıyla bastırıldı. Binlerce Komünar öldürüldü, tutuklandı, zorunlu çalışmaya mahkûm edildi veya sürgüne gönderildi.

[23] Jean-Luc Mélenchon tarafından kurulan “La France Insoumise”, Fransa’da sol popülist siyasi partidir.

[24] Jakobenler, Kral XVI. Louis’i devirmek ve halkın siyasi iktidarı elinde tuttuğu bir Fransız cumhuriyeti kurmak isteyen devrimcilerdi.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler