CHP Emek Büroları geçtiğimiz Haziran ayında kıdem tazminatının fona devredilmesine yönelik sermaye ve AKP tarafından başlatılan saldırıyı durdurmak amacıyla Hak-İş, Türk-İş ve DİSK’i yan yana getirdiği bir toplantı düzenlemişti. Sayısız mücadele ve tepkinin meşruluğunu arkasına alan bu toplantı kıdem tazminatının yağmalanmasını şimdilik durduran bir zemin oluşturmuştu. 18 Kasım tarihinde CHP Emek Büroları bu kez “Taşeron İşçilik Çalıştayı” adıyla yine üç konfederasyonun temsilcilerini, “sendikacı”ları, gazetecileri, uzmanları, akademisyenleri ve bazıları oldukça tartışmalı “taşeron işçi temsilcilerini” bir araya getiren bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda üç konfederasyonun ortaklaştığı hususlar “Çalıştay Sonuç Bildirgesi” adıyla kamuoyuyla paylaşıldı. Bu bildirge doğrultusunda CHP’nin konuya ilişkin parlamentodaki faaliyetlerini yoğunlaştıracağı ve takipçisi olacağı ilan edildi. Bu toplantıyla ilgili eleştirilerimiz şimdilik saklı tutalım. Detaya ve esaslı bir eleştiriye yerimiz olmadığından bir iki küçük vurgu ile eleştiri kısmını geride bırakalım.
Bu toplantıda temsili olarak çağrılan 3-5 taşeron işçi kardeşimiz dışında işçiler yoktur. İşçilerin aidatlarıyla beslenenler vardır. Dolayısıyla Cemal Bilgin kardeşimiz dışında taşeron işçilerin ruhunu, isyanını yansıtacak tek bir kişi dahi toplantıya davet edilmemiştir. Kravatlı, göbekli erkekler yığınının ruhsuz konuşmalarından ibaret bir ortam söz konusudur. Yine de sarf edilen emek kıymetlidir. Sonuç bildirgesinde ortaya konulan maddeler kıymetlidir. Hayata yansımalarının takipçisi olmaya devam edeceğiz.
Bu haftaki yazım esas olarak birleşik emek hareketiyle ilgiliydi. Ancak “Taşeron İşçi Çalıştayı” bu yazıyı öne almamı gerektirdi. 2008 yılında özellikle belediyelerde çalışan taşeron işçilerin çağrıları üzerinden yaklaşık on ilde toplantıya gittim. Bu illerden biri de Adana’ydı. Orada önce altı öncü taşeron temizlik işçisiyle bir kahvede buluştuk. Çöp toplayıcılığı yapan işçi arkadaşlar arasında politik sebeplerle uzun yıllar cezaevi yatmış iki işçi ağabey de vardı. Tabloyu şöyle anlatılar; “Disk Genel-İş’in şube başkanı bizim dava arkadaşımız birlikte yattık, bizi istemiyorlar taşeronuz diye. Sizi yasal olarak üye yapamıyoruz diye kandırıyorlar. Belediye-İş şube başkanı da eski filancacı, o da istemiyor bizi. Hizmet-İş biz zaten taşeron işçi üye yapmıyoruz diyor. Asgari ücret artışı dışında hiçbir hakkımız, güvencemiz olmadan milletin bokunu püsürüğünü temizliyoruz. Çıkış bulamıyoruz ne yapalım?” dediler. Benim o vakit henüz iş kolunda bağımsız sendika nasıl kurulabilir sorusuna bir cevabım olmadığı için, ya da daha dürüst bir ifadeyle, DİSK varsa gayri başka sendikaya ne hacet var gibi “solcu” bir tedrisi benimsediğim için cevabım “DİSK’i bir kez daha zorlayalım” oldu. Daha siyasi olan işçi ağabeyler ise “sen bizi anlamadın” galiba dediler. Adanaca küfürler savurarak sendika başkanı eski arkadaşlarını yeniden tanımladılar. O zaman ben de komiteler yolunu önererek birim birim, vardiya vardiya örgütlenelim; fiili eylemler yaratalım, kent halkına derdimizi anlatacak simgesel eylem biçimleri geliştirelim dedim. Dediler ki gel o zaman bunu işçilere sen anlat. Temizlik işçilerinin akşam vardiyası ile gece vardiyasının buluştuğu şantiye alanında yaklaşık beş yüz işçiye bir çöp kamyonun üzerinden şimdi içeriğinin tek bir cümlesini bile hatırlamadığım bir konuşma yaptım. İşçilerin konuşmamı dikkatle izlediklerini dört beş kez hararetle alkışladıklarını hatırlıyorum ama anlattığımın somut bir şey olmadığını biliyorum. İnince durumun çaresizliği karşısında gözlerim dolarak hızla uzaklaştığımı hatırlıyorum. Aynı yerde dört yıl sonra konuşurken “eğer bu alçaklar sizi üye yapmıyorsa pekâlâ bağımsız sendikalar da kurabiliyoruz” derken ki güçlülüğümü de hatırlıyorum. Aynı süreç içerisinde taşeron işçilerin mevcut sendikalara üyeliğinin tepeden teşvik edilmesi başladı ve bir furyaya dönüştü.
İşgücünün ucuzluğunu içeride garanti eden etmenlerden biri de asgari ücretin oldukça düşük yaşam standartlarını veri alarak belirlenmesinin payı var. Yine asgari ücretin belirlenmesinde işçilerin ya da işçilerin örgütleri olan sendikaların görüşleri şeklen alınıp sermaye sınıfı örgütlerinin telkinleri dikkate alınıyor. Satın alınmış ya da ücretlendirilmiş sendikal oligarşilerin bu oyunu bozacak nitelikte girişimleri 12 Eylül’den bu yana ne yazık ki söz konusu değil. Kırk yılın neo-liberal politikaların en net sonuçlarından biri kırların tasfiyesi ve tarihin gördüğü en büyük proleterleştirme dalgasına zirve yaptırmasıdır. Hizmet sektörü istihdamının muazzam büyümesi, asgari ücret ve taşeron işçilik olgularını giderek daha çok tartışmalı hale ya da göz önüne getirmiştir. 12 Eylül öncesi işçi sınıfının oldukça sınırlı katmanını ve gündemini oluşturan taşeron çalışma ve asgari ücret olgusu, bugün artık sınıf ve sınıf siyasetinin merkezi konusu haline gelmiştir. Taşeron işçiler ve asgari ücret arasındaki ilişki yapısaldır. Aşağıdaki satırlar bu ilişkinin tarihselliğini de ortaya koymaktadır.
Taşeron işçiliğin ücretlerinin saptanmasındaki temel ölçüt olan asgari ücret ülkemizde ilk olarak 1936 yılında yürürlüğe giren 3008 Sayılı İş Kanunu’nun 32. Maddesi’nde tanımlanmıştır. Bu tanım şöyledir: “İktisadi ve içtimai zaruretler dolayısıyla İktisat Vekaletince teklif edilecek işlerde gerek saat başına veya gündelik yahut haftalık veya aylık hesabıyla ve gerek parça başına yahut yapılan iş miktarına göre ödenecek işçi ücretlerinin en aşağı hadleri bir nizamname ile tespit edileceği hükme bağlanmıştır.” Bu amir hükme rağmen 2. Dünya Savaşı koşulları bu yönde bir adımı uygulamaya sokmayı imkânsız kılmış, ilk asgari ücret uygulaması ancak 1969 yılında altı farklı bölgeye ayrılan 26 ilde uygulanmaya başlamıştır. Daha sonraki dönemlerde bu illerin sayısı artmış, 1973 yılında ise bazı illerde tarım işçileri için asgari ücret uygulamasına gidilmiştir. O günlerden bugüne asgari ücret özellikle 1980’li yılların ruhu doğrultusunda kurumsallaştırılmış, emeğin ücretlendirilmesinde temel çapa haline getirilmiştir. Toplu sözleşme düzeni büyük oranda asgari ücret artışlarına endekslenmiştir.
Taşeron işçilerin “örgütsüz” olduğu dönem geride kaldı. Fakat kamu taşeron işçilerinin önemli bir bölümünün sendikalara üye olduğu bu dönemde bırakın en temel kadro taleplerinin yerine getirilmesini asgari ücret ve taşeron çalışmanın artık eşanlamlı hale geldiğini görüyoruz. Neoliberal kapitalizmin derin krizine paralel olarak bugün Kiralık İşçilik Yasası (kölelik yasası), Arabuluculuk Yasası (işçi alacaklarının işverence gaspı yasası) gibi hukuki düzenlemelerle kuralsız çalışma emek piyasasının her gözeneğine nüfuz etmektedir. AKP’nin işçiler nezdindeki itibarının dağılmaya başladığı dönemde bu işçi düşmanı yasalar herhangi bir caydırıcı mahiyeti olmayan ve günü kurtaran “protesto eylemleri” eşliğinde uygulamaya sokulmuştur. Sonuç, işçilerden her ay trilyona varan miktarlarda aidat toplayan sendikalardır. Bu bizim, yani solun ayıbıdır.
Taşeron İşçilik ve Asgari Ücret, Neredeyse Cumhuriyetle Yaşıttır
Taşeron işçilik 1936 tarihli 3008 sayılı İş Kanunu’nun ( asgari ücretinde ilk kez tanımlandığı yasa) 1. Maddesi’yle tanımlanmıştır: “İşçiler doğrudan doğruya işveren veya vekili tarafından olmayıpta üçüncü bir şahsın aracılığı ile işe girmiş ve bu üçüncü şahıs ile mukavele etmiş olsalar bile mukavele şartlarından asıl işveren sorumludur.” Çok erken bir tarihte burjuvazi tarafından işçi sınıfına dayatılmıştır. O zaman sendikalar ve işçi örgütlenmeleri henüz yasaktır. Sonrasında 1950’de yeniden düzenlenerek asıl işverenin alt işverenle birlikte sorumluluk taşıdığı açıkça vurgulanmıştır. 1960 yılında “Bir Amme Makamı Tarafından Yapılan Mukavelelere Konulacak Çalışma Şartlarına Müteallik 94 Sayılı ILO Sözleşmesi” Türkiye tarafından onaylanmış,kamuda alt işveren işçilerinin korunması için koruyucu hükümler düzenlenmiştir. Bu vakitlerde sınıf mücadelesi yükselmekte, işçiler yavaş yavaş sendikal haklarını kazanmaya başlamaktadır. Akabinde 1971’de 1475 Sayılı İş Kanunu’nun 1. Maddesi’yle asıl işverenin sorumluluğunu açık bir şekilde tanımlanmıştır: “Bir işverenden belirli bir işin bir bölümünde veya eklentilerinde iş alan ve işçilerini münhasıran o işyerinde ve eklentilerinde çalıştıran diğer bir işverenin kendi işçilerine karşı o işyeri ile ilgili ve bu kanundan veya hizmet akdinden doğan yükümlerinden asıl işveren de birlikte sorumludur.” Dönem muhtıra dönemidir. Sonrasında sınıf mücadelesi yükselmiş ülkemiz işçi sınıfı tarihinin en örgütlü dönemini yaşamış; haklarını büyütmüş, geliştirmiştir.
12 Eylül 1980 askeri cuntası işçi sınıfının yıllar içerisinde tırnaklarıyla kazıyarak edindikleri hakları ve örgütlü yapılarını hedef almıştır. Türkiye İşverenler Sendikası (TİSK) Genel Başkanı Halit Narin’in darbeyi selamlayan “şimdiye kadar işçiler güldü artık biz güleceğiz” veciz sözüyle sermaye sınıfı darbenin sahibi olduğunu cümle aleme ilan etmiştir. DİSK başta olmak üzere sendikalar kapatılmış, öncü işçiler hapse atılmıştır.
Kapitalist-emperyalist düzenin neoliberal politikaları tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de uygulamaya sokulmuş; özelleştirme, esnekleştirme, taşeronlaştırma gibi emeğin haklarını hedefleyen uygulamalar hızla yaygınlaştırılmıştır. 1988’de kamu kuruluşlarında yaptırılacak işlerde işçilerin çalışma şartlarıyla ilgili genel esaslar konusunda bir bakanlar kurulu kararı yayınlanmış; 2003 yılında 4857 sayılı İş Kanunu ile “asıl-alt-işveren ilişkisi bir işverenden işyerinde yürüttüğü mal veya hizmet üretimine ilişkin yardımcı işlerinde veya asıl işin bir bölümünde işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde iş alan ve bu iş için görevlendirdiği işçilerini sadece bu işyerinde aldığı işte çalıştıran diğer işveren ile iş aldığı işveren arasında kurulan ilişkiye asıl işveren-alt işveren ilişkisi denir” tanımıyla bugün “taşeron işçilik” olarak ifade ettiğimiz, aslında uzun yıllardır fiilen uygulanan çalışma biçimi yasal olarak tanımlanmıştır.
2006 yılında 5538 sayılı Kanun ile 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 2. Maddesi’ne iki yeni fıkra eklenerek kamu kuruluşlarındaki alt-işveren uygulamasına ilişkin düzenlemeler getirilmiştir. 2008 yılında 5763 sayılı kanun ile 4875 sayılı İş Kanunu’nun 3. maddesine bir ilave ile alt-işverenin işyerini bildirme yükümlülüğü düzenlemiştir. Sonrasında sendikalar kanunu değişmiş, ardından da Kamu İşverenler Sendikası kamu adına taşeron işçilerle toplu sözleşme yapmaya yetkili kılınmıştır. Hedef taşeron işçilerden yükselen homurtuları, olası bir işçi isyanını dizginlemektir. Özetle, taşeron işçilerin örgütsüz öfkesinin kontrol altına alınabilmesi için Ekonomik Sosyal Konsey’e üye üç konfederasyona üye sendikalara taşeron işçileri örgütleme yetkisi verilerek yeni bir sendikal korporatif zemin inşa edilmiştir.
AKP, Hak-İş’e bağlı Hizmet-İş Sendikası’nın örgütlenmesini fiilen teşvik ederek 206.000 üyeye ulaşmasını sağlamış. Aynı iş kolunda Türk-İş’e bağlı Belediye-İş 58 bin üyeye ulaşmış, DİSK Genel-İş ise CHP ve HDP belediyelerindeki taşeron işçileri üye yaparak 65 bin üyeye ulaşmıştır. Taşeron işçilerin yoğun olduğu iş kollarından olan ticaret/büro iş kolunda ise benzer siyasi angajmanlar aracılığıyla Hak-İş’e bağlı Öz Büro-İş 44 bin, Türk-İş’e bağlı Koop-İş 50 bin, yine Türk-İş’e bağlı Tez Koop-İş ise 60 bine ulaştırılmıştır. Yine taşeron işçilerin yoğun olduğu özel güvenlik iş kolunda Hak-İş’e bağlı Öz-İş Güvenlik Sendikası 32 bine, Türk-İş’e bağlı Güvenlik-İş 30 bin üyeye, Gülen cemaatine bağlı Öz-Güvensen 17 bin üyeye ulaştırılmıştır. Yani hizmet, ticaret ve güvenlik iş kollarındaki taşeron işçiler on yıllar boyunca hiçbir muhatap bulamadan yaşadıkları her tür sorunu kendi başlarına göğüsleyip, bin bir türlü bedel ödedikten sonra biriktirdikleri öfkeyi düzene yöneltme anı yaklaşırken, kendiliğinden eylem ve mücadeleler artarken sermaye ve AKP işçileri tek tip toplu sözleşme cenderesine sıkıştırarak eli kulağındaki isyanı yasal sınırlara hapsetmiştir. Ayrıca taşeron işçi akınıyla sarı sendikaların kasaları şişmiş ve ilk kuşak taşeron işçi önderlerinden bazıları da bu çürümüş yapılar aracılığıyla sendikal bürokrasi saflarına dahil edilmiştir. Yeni önderlikleri bizzat bu yapı ve ilişkilerin çürüklüğünün de eleştirisi üzerine yükselecektir.
CHP Emek Büroları’nın düzenlediği çalıştay tam da taşeron işçilerin potansiyel isyanını sermaye ve devlet adına bastırmayı başarmış sendikal bürokrasiye ve işbirlikçi kesimlere dayanmaktadır. Muhalif üç beş sendikacı ve işçinin varlığı folklorik bir özelliktir, işbirlikçi sendikal düzenin yeniden üretilmesi ötesinde bir anlam taşımamaktır. Zira bu muhalif isimler CHP belediyelerindeki taşeron işçilerin hakları ile AKP ve MHP belediyelerindeki taşeron işçilerin hakları arasında farklar yaratabilmiş değiller. Hayır öyle değil kanıtım var diyebileni tanımak, dinlemek isteriz. Ayrıca CHP belediyelerinde Belediye İktisadi Teşebbüsleri (B.İ.T) aracılığıyla kadrolu işçiler ile taşeron işçiler arasındaki ayrımı pratik olarak ortadan kaldırmayı hedefleyen tek bir uygulama yoktur. Aksine bu teşebbüslerden taşeron şirketlere doğru aktarım tüm CHP belediyelerinin standardı haline gelmeye başlamıştır. En son Şişli Belediyesi bünyesinde yer alan Kent-Yol teşebbüsü altında istihdam edilen taşeron işçilerinin ihalesinin ne hikmetse ihaleye katılan tek taşeron şirkete verilmesi ve ardından da Kent-Yol’un özel taşeron şirketin alt-işvereni haline getirilmesi doktora tezi konusu olacak kadar semboliktir.
Çalıştayın özel sektörde istihdam edilen taşeron işçilerden tek bir cümleyle bahsediyor olması da ayrıca tartışılmalıdır. Neredeyse özel sektördeki tüm işyerlerinde temizlik, güvenlik, yemek, kargo vb. yardımcı işlerin birçoğunda taşeron firmalara bağlı işçiler çalıştırılıyor. Son on beş yıldır giderek yaygınlaşan ve artık şimdilerde kiralık işçilik yasasının sunduğu korunaklardan da yararlanarak tedarik ve destek hizmetleri adı altında oldukça aleni bir biçimde taşeron işçilerin hileli bir şekilde asıl işlerde de çalıştırıldığına şahit oluyoruz. Depoculuk iş kolunda depolama faaliyeti yürüten Avon’un da asıl işi verdiği ve bakanlık iş müfettişlerinin muhtemelen kirli ilişkilerle göz yumduğu Alman sermayeli, modern köle tüccarı Kluh firmasını farklı bir iş kolu olan Şişecam’da da asıl işi yapan firma olarak görüyoruz. Sarı sendika Çimse-İş’in imzaladığı satış sözleşmesine karşı ayağa kalkan işçilerden öğrendik bu rezil gerçeği. Özel sektördeki taşeron işçiler, toplu sözleşme hakkına sahip olsalar da olmasalar da kural olarak asgari ücret alıyorlar. Kamuda ve belediyelerdeki taşeron işçilerin ezici bir çoğunluğu siyasal angajman ve patronaj ilişkileriyle işe alındıkları için hem enformel denebilecek bir iş güvencesine sahipler, hem de ortalama 1404 yerine 1800’ler civarında bir ücret alabiliyorlar.
Taşeron işçiler,bu ülkenin Marx’ın söylediği anlamdaki gerçek “barbarlar”ıdır. Yıkmak ve yeniyi kurmak fiilinin bedenleridir. Özel sektör ve kamudaki taşeron işçilerin biriken öfkesi sermaye iktidarının yani AKP’nin yıkımını en temel harcıdır. AKP’nin de geleceği başka her şeyden çok,taşeron işçiliği ve dolayısıyla onlar üzerindeki hegemonyasını yeniden üretimini sağlayıp sağlayamayacağındadır. Rıza mekanizmalarını üretmekte yaşadığı güçlük alt sınıfları artık yönetme kapasitesinin tükendiğini gösteriyor. AKP sersemlemiş durumdadır ve ne dediği belli açık bir güçle yıkılır gözüküyor ancak verili güçlerinde onu yıkma niyeti de yokmuş gibi görünüyor. Atatürkçülüğü gündemleştirme gerekçesini de burada aramak lazımdır.
Dolayısıyla CHP Emek Büroları –yani CHP yönetimi– taşeron sistemini gerçekten kaldırmak istiyorsa kamudaki tüm taşeron işçiler ile özel sektörde asgari ücret dışında hiçbir sosyal hakkı olmadan çalışan taşeron işçileri bir araya getirecek zeminler inşa edebilir, sorunlarına sahiden odaklandığını ispat edecek somut pratikler üretebilir ve şu an ülkenin yaşadığı siyasi krizin çözümünün de tek gerçek alternatifi haline gelir. Fakat bunun için önce kendi belediyelerinden başlaması gerekir. Ama CHP bunu sahiden ister mi? İSTEYEMEZ. Bunun nedenini de gelecek yazıda irdeleyelim.
Vegaste