spot_img
spot_img
Ana SayfaSeçtiklerimizYALNIZ BİR TUTUMU OLAN YÜZÜNÜ KAYBETMEYECEK*

YALNIZ BİR TUTUMU OLAN YÜZÜNÜ KAYBETMEYECEK*

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın açlık grevlerinin 115., direnişin 235.günü. İki eğitmen onurlu direnişlerinde hayatlarını ortaya koydular. Bizler de süre giden tartışmalar sebebiyle ve açlığın 115.gününe ithafen Süreyya Karacabey’in kaleme aldığı metni hatırlatma ihtiyacı hissediyoruz.

İki eğitmen Yüksel’deki KHK  direnişini,  aylar boyu saldırılarla dolu, soğukla keskinleşmiş bir bekleyişten sonra açlık grevine dönüştürdüğünde, ne yapacaklarını bize sormadılar doğal olarak. Çünkü bekleyiş, bir avuç insanla beraber onların bekleyişiydi ve çoğunluğun dikkatini de artık açlık grevleri kritik bir aşamaya gelince çektiler. Elli sekizinci gününe gelmiş bir açlık grevi hakkında yükselen sesleri çok yadırgamıştım, onlara destek verenleri ölüm eşlikçisi olarak tanımlayanları, bir eylem biçimini tartışmaya açanları, çok yadırgamıştım. Çünkü onların yanında duranların tek derdiydi onların yaşaması ama bunu eylem biçimini tartışmaya açarak yapamayacaklarının farkındalardı. Biz de buradayız diyerek, haklı direnişlerine destek vererek, sorulsa belki de seçmeyecekleri bir formun, onlar için haksızlığa direnmenin sert bir biçimi olduğunu anlayarak durdular yanlarında. Bir eylem biçimini kabul etmeyişinizi zaten katılmayarak göstermişken, olay yerinin önünden bile geçmemişken, başka yerlerde başka biçimlerde eylemlerle orada duranlara destek bile vermemişken, en kritik aşamada oturup sanki İsviçre’de yaşıyormuşsunuz gibi mücadele biçimini tartışmanızı, kurduğunuz dilin hoyratlığını ve bu aşamada kurduğunuz her cümlenin egemenlerin işine yarayacağını dikkate almayacak kadar steril oluşunuzu gerçekten çok yadırgamıştım. Aslında benzerini doksanlı yıllardaki ölüm oruçları sırasında büyük Türk entelektüeli Alev Alatlı’da seyretmiştik, insanlar ölümün eşiğindeyken, bir nekrofili olarak eylem biçimini tartışmaya açarak, -istemeyerek de olsa- hayata dönüş operasyonunun yardımcı entelektüellerinden biri olarak tarihe geçti, diğer arkadaşları gibi. Kimsenin ölümü falan kutsadığı yoktu ona ve benzerlerine karşı çıkarken; ortada bir zulüm vardı ve bu zulmün de iki tarafı vardı:devlet ve tutsaklar. İçerde değildik, acı bizim semtimize uğramamıştı, ne yaşandığını bilmiyorduk ve o insanları böyle bir karara sürükleyen süreç bize yabancıydı. Bu durumda siyaset yapmayan birine düşen görev, haksızlığa uğrayanların talepleriyle dayanışmaktı, hiç bilmedikleri bir bölgede gerçekleşen-haksızlık karşısında bedenini zalimlere fırlatma jestini- kendine uzak görse de yargılamadan anlamaya çalışmaktı. Belki de insanların bu kadar kolay hayatlarından vazgeçmelerinin altında, hiçbir zaman hayat denilen şeye saygısı olmayan bir coğrafyada büyümeleri neden oluyordu, belki de onlar için hayatla ölüm aralığı bizim anladığımız yerden okunmayan bir şeydi. Anlayamayabilirdik ama en azından anlayamayacağımız pek çok hayat olduğu konusunda kendimize şerh düşebilirdik ve mücadele biçimlerini tartışmaya açabilmenin önkoşulları hakkında düşünebilirdik. Ölümü kutsamanın bende hiçbir karşılığı yoktu örneğin ama hayatı kutsamanın da bir karşılığı hiç olmadı. İronik biçimde operasyonun adı “hayata dönüş” tü; en azından buradan bir ders çıkarabilirdik, tutumlar ve seçimler hakkında konuşmamızı nereden kurgulayacağımıza dair.

Mücadelenin uzun tarihi içinde pek çok alışkanlıklar, tutumlar, eskimiş doğrular vb. barındırıyordu, onların aşılmasına, gerçekliği başka bir yerde nasıl kurarız sorusuna ilişkin söz alma durumu ise en azından bu mücadelenin ilksel olumlamasını gerektiriyordu. Bir parçası olmanın da birden fazla biçimi vardı. Bu konuda radikal bir başka’nın pozisyonundan üretilebilecek sözlerin hiçbir biçimde bu tarihe eklemlenmediğine şahittim, bu söz alışların hedef kitlesi hep başkalarıydı, benzer konumlarda oturan ve sadece “söz” düzleminde politize olduğunu bildirme gereği duyan belki de bunu kendine yakıştırdığı entelektüel sorumluluğunun bir parçası  sanan ama benzin dökülmüş battaniyeler uzatılan insanlara vaka olarak bakan insanlardı. Buradan bir şey çıkmayacağına çok önceden ikna oldum. Sözün taşıyıcısı için sorumluluk kağıdıyla kalemi arasındaki yerde, sözü ürettiği düzlemin yüksekliğinde ve sözü yayma araçlarının çoğulluğunda değildi; söz aynı zamanda kirlenmiş pratiklerle azcık örselenmiş bedenle, sorumluluğa dönüşüyordu, risk alma, yanlış yapmayı göze alma, kendini anonimleştirme ve doğru bildiği şeyleri o doğruya çok uzak insanların bedeninin içinden görme. Bunları öğrenmiştim.

Nuriye Gülmen ile Semih Özakça henüz tutuklanmamışken, Yüksel onlarınken ben az ilerideki bir sanat merkezinde Brecht’in öğreti oyunlarını anlatıyordum. Önlem’i. Sovyetler Birliği’nden Çin’e “devrim” örgütlemek için gönderilen dört ajitatör, görevlerini tamamlamış ama görev sırasında harekete duygusal çıkışlarıyla zarar veren yoldaşlarını öldürmüşlerdir. Parti/Koroya bildirirler bu durumu ve onlar da savunmalarını ister. Dört ajitatör, korodan ayrılır ve sırasıyla içlerinden biri öldürülmüş Genç Yoldaş’ı oynayarak bir kireç kuyusunun kıyısında biten hikayelerini anlatırlar. Genç Yoldaş’ı oynarlar aynı zamanda onu cezalandıran kendilerini. Genç Yoldaş romantiktir, duygusal çıkışlar yapmıştır ve aşama aşama anlatılan hikayede pek çok kez uyarılmasına rağmen tutumundan vazgeçmemiş, son aşamada da illegal çalışmaya zarar vererek kendini açık etmiştir. Bu nokta diğerlerinin de sonunun getireceği için onu yok etmek zorunda olduklarını bildirirler ve Genç Yoldaş kendi ölümüyle “anlaşır.” Acı çeken yoldaşları onu ölüme atarken kollarına girmişlerdir. Parti onları dinler ve hak verir. Oyun böyle biter.

Öğreti oyunları aslında “seyircisiz bir tiyatro” idealidir ve büyük doğruların, yapmayı sürdürdüğümüz alışkanlıkların, geleneklerin vb. tartışmaya açılıp yeni olanakları kolektif bir akılla nasıl üreteceğiz sorusuna odaklanır. Öğrenme/öğretme iç içedir ve bu oyunlar aslında mücadelenin içindeki insanlar için bir tutum alıştırması olarak planlanmıştır. Ortak özelliklerini oyunların tamamındaki tekrarlardan çıkardığımızda, anlaşma, kendi ölümüyle anlaşmak, doğasıyla anlaşmak, kötülükle anlaşmak, kendine en küçük önemi vermek-anonimleşmek gibi unsurlara ulaşırız. Tekrar yoluyla öğrendiklerimizi tekrar yoluyla değiştirebiliriz örneğin ama ilk durma noktamız “anlaşmak” tır; metin bir zorunluluk sunar, gelenekler, kurallar da: Onları aşmak için yapılabilecek hamlenin başlayabilmesi için önce ilk durumu kabul etmemiz gerekir. Aslında “anlaşmak, anlaşmamaktır” ya da “evet demek hayır demektir” mantığına yaslanan bu oyunlar ilksel olumlamanın, reel durum, sert çekirdek ama her durumda önce rıza gösterilen bir şey olarak ele alınmadığında, onu dönüştürecek aklın da bir işe yarayamayacağını içerir. İnsan insana yardım eder mi, hayır etmez, genç yoldaşın ölmesi gerekir mi, ölmemesi için önce öldürülmesiyle anlaşmak gerekir, bütün bunlar büyük bir geleneğin değişebilmesi için geçilmesi gereken hamlelerdir.

Dersin bu noktasında örneğimi Yüksel’den vermiştim. Şimdi orada bir haksızlık için direnen insanlar var, bu aşamada onların tutumunu tartışmaya açabilmenin ilk biçimi önce bu tutumla anlaşmaktır. Çünkü zaman dar ve her an ölüme yaklaşabilirler. Ancak onların tutumunu bir ilksel veri, metnin yapısı gibi yasalar gibi, geleneğe bağlı eylemler gibi bir tutum olarak kabul ettikten sonra, başka türlüsü olabilir mi sorusunu birlikte tartışabiliriz. Çünkü eylem kolektif bir geleneğe ait ve benim bu mesele hakkında tekil görüşümün o tarihe, o mücadele sürecindeki değişime bir katkısı olmayacağı aşikardır. Bir şeyi aşmak için önce onu basitçe tanımamız gerekir. Doğru ve yanlışın belireceği nokta buraya ait değildir, elbette söz söylersiniz ama meselenin kendisine uzak ve zaten bu eyleme hep çok dışarıdan bakmış, onu bastırmak için harekete hep geçmiş bir kitlenin, zor aygıtının yanına düşer  siz fark bile etmeden sözünüz. Durum basittir, iki insan hak gaspına karşı, ülkedeki zalim politikalara karşı bir eyleme girişmiştir, hastalık, sakatlık ya da ölümle bitebilecek bir süreç. Okuduklarımızın pek çoğunu onlar da okumuş, yanıbaşlarında onlar için endişe eden analarının ve yakınlarının duygusunu hepimizden önce hissetmişlerdir. Şimdi bu noktada onlarla ilişkiye bizi geçirecek tutumun egzersizi ne yoluyla olur? Soru buraya aittir ama cevap asla tek kişiye ait olamayacak kadar uzun, karmaşık ve kolektif bir tarihten gelmektedir.

Şimdi eylemlerini onaylamadığınız için seslerini çoğaltmadığınız Nuriye ve Semih içerideler, sağlıkları her geçen gün kötüleşiyor ama şikayet etmiyorlar, aynı şeyi tekrar ediyorlar. “İşimizi geri verin, KHK ile atılmış insanları geri alın.” Bu isteği basit bir iş talebi alarak okuyanların  filmleri, oyunları nasıl okuduklarını gerçekten merak ediyorum. Tekil anlatının vurgusu simgesel olarak hep genele aittir, ben denildiğinde biz olarak anlaşılır. Bir eylem eylemin öznelerini aşar, aşsın diye yapılır zaten, “benim işim” aslında pek bir anlam taşımaz, belki iade edildiğimizde çoğumuz dönmeyeceğiz o işlere. Ama iş, büyük bir haksızlığın, çoğunluğa yapılmış zulmün göstergesi olarak anlamlıdır ve böyle okunur.

Şimdi iki genç insan içerideler ve orada tutulacaklar daha. Ne yapacaksınız, açlık grevine karşıyım deyip kötü bir finale seyirci mi olacaksınız, yoksa mesele birilerinin uğradığı ve hepimizi ilgilendiren bir haksızlıktır deyip çığlık mı atacaksanız? Ben çığlık atıyorum!

*Brecht

Süreyya Karacabey

Bu yazı ilk olarak https://viraverita.org/ sitesinde yayınlanmıştır.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler