spot_img
spot_img
Ana SayfaManşetTürkiye işçi sınıfı hareketi bir dönüm noktasında mıdır? - Başaran Aksu &...

Türkiye işçi sınıfı hareketi bir dönüm noktasında mıdır? – Başaran Aksu & M. Görkem Doğan

Bu yazıda şu sorunun yanıtını arayacağız. “Türkiye işçi sınıfı hareketi bir dönüm noktasında mıdır?” Hiç uzatmadan yanıtı verelim. Henüz değil. Kuşkusuz “henüz değil” vurgusu hayır cevabını ve evet cevabını yüklendiği anlamlarla, olumsuz, abartılı, aceleci yorumlarla mesafelenme için ifade edildiği kadar, hakikati mümkün mertebe yakalama niyeti ve potansiyel olasılıklara iradi bir etkeni yüklemek nedeniyle verilmiştir. Öncelikle işçi sınıfı hareketi/siyaseti derken işçi hareketinden, sendikal hareketten söz etmiyoruz. Lenin’in ve Mahir Çayan’ın yaptığı tasniflerle ideolojik, politik, ekonomik mücadele ayrımlarına bağlıyız. Her üçünün bütünlüklü olarak ele alınmayıp, her üç mücadele alanının görevlerine hakkıyla odaklanmayıp, bunlardan birinin diğerlerine feda edildiğinde objektif olarak düşülecek konumların farkındayız, ki bu basit idrak devrimciliğin abclerindendir.

Bu abcyi unutmadan, ekonomik mücadele alanının türevlerinden olan sendikal harekete, işçi hareketine bakalım. Sendikal hareket, işçi hareketi deyince de aslında reformun alanında dolanıyoruz demektir. Yani son tahlilde egemen sınıfla, patronlarla, bürokrasiyle yaşanabilir bir pata kalma hali üretmeyi hedefleyen bir mücadele biçiminden söz ediyoruz. Bizim ekonomik mücadele düzlemine yani işçi hareketi ve sendikal hareketi de kapsayan onunla sınırlanmayacak alana yüklediğimiz anlam henüz tümüyle köşeli hale getiremediğimiz bir stratejik plandan türeyen hedeflere dayanıyor. Proletarya devrimciliğini proleterlerin çalıştığı, yaşadığı coğrafyalarda iktidarı hedefleyen siyasal bir güç olarak yeniden üretmek! Sınıf mücadelesi, sınıflar arasındaki mücadeleler ise henüz ütopik olmaktan çıkaramadığımız bir hedef olan komünizme varıncaya kadar her düzey ve alandaki hareketi, gelişmeyi etkilemeye, belirlemeye devam edecektir.

Sermaye birikim modelinin kırk yıl önceki değişimi bütün dünyada ve ülkemizde toplumsal formasyonu büyük bir dönüşüme tabi tuttu. Ülkemizde neoliberal emirler doğrultusunda bu dönüşümü yöneterek kendi de dönüşen bir devlet yapısı vardı. Bu devlet imza attığı, dahil olduğu uluslararası anlaşmalar ve kurumlar, inşa edilen vahşi emek rejimi ve onun ihtiyaç duyduğu yeni mevzuatları yasalaştırarak emperyalist üretim ilişkilerine entegrasyonu başarıyla tamamlandı. Mahir’in isabetle tanımladığı emperyalizmin içsel olgu olma hususu, yeni devlet ve toplumsal yapının tüm hücrelerini belirleyen bir merkezi, hiyerarşik iş bölümüyle tamamlandı. Bu emperyalist iş bölümünün planlamasının dışında kalmış bir metrekarelik toprak, ucuza sömürülecek insan bedeni, solunacak hava, içilecek bir litrelik su kalmamıştır. Herkes, her şey emperyalist iş bölümü ve onun biçimlendirdiği üretim ilişkilerine tabidir. Küresel ve ulusal düzeydeki rıza ve zor aygıtları bu iş bölümünün ihtiyaç duyduğu sofistikasyona uygun olarak yeniden düzenlenmiş, belirlenmiştir. Ülkemizde SEKA ve Tekel Direnişleri’nin bitişleri sendikal hareketin ve işçi hareketinin bir döneminin sonuna denk düşer. 2008 krizi sonrası tekil, irili ufaklı, sendikalı, sendikasız işçi eylem ve direnişlerinin sancılarla yeninin doğumuna taşıdığı aşikârdır. Yeni işçi hareketini hep küvezde tutmaya aracı olma misyonunu anlamak ise bu dönemdeki sendikal hareketi daha doğru kavramamıza yardımcı olur.

Sendika konfederasyonları, yasal düzenlemelerin önden ya da arkadan eşlik ettiği, değişen üretim ilişkilerine uygun olarak egemen nizam tarafından doğrudan ya da dolaylı ilişkilerle dönüştürülmüş durumdadır. İşçilerin oldukça küçük azınlığını üyelik ilişkileriyle, toplu sözleşme cendereleriyle kontrol altında tutarak, işçilerden kesilen aidatlardan finanse edilen işçilikten kopmuş şebekeler tarafından yönetilen kurumlar olarak bu sendikalar, bugün kendisi de özel sektör işletmesi mantığıyla işçi çalıştıran bir patron olarak devletin ve sermaye sınıfının gözetim, denetim, istihdam aracılığı, rıza ve örtük zor aygıtı olarak insan kaynakları, halkla ilişkiler departmanı işleviyle hareket etmektedirler. Düzenin siyasi parti merkezleri de bu yönetişim sürecinin içindedirler. Hak-İş bütünüyle sınıf düşmanı bir konumdadır. Türk-İş merkezi, konfederasyona bağlı işçi hareketi geleneklerini grev, direniş, eylemlerle yaşatmaya çalışan üç beş sendika, beş on şube dışında bu sınıf düşmanı konumu giderek perçinliyor. DİSK ise sarı-bürokrat üç yetkili büyük sendikasının belirleyiciliğinde hantal bir aygıta dönüştü, bu üç sendikasıyla doğrudan onların patronajından hoşnut küçük sendikalarıyla dolayımlı Hak-İş, Türk-İş çizgisiyle hizalandırılmış durumdadır. Bu ilişkiye eylemli itiraz açık bir şekilde bir tek Nakliyat İş Sendikası’ndan gelmektedir. Diğer sendikalardan gelen itirazlar serzeniş düzeyindedir. Ancak hem Türk-İş hem de DİSK merkezlerinin içinde oldukları konumların üye işçiler arasında genişçe sorgulandığı da bir hakikattir. Bu sorgulamanın bu merkezlere çöreklenmiş şebekelerden kurtulma düzeyine varıp varamayacağı önümüzdeki dönem işçi hareketinin hem gündemi hem de görevidir.

Başka bir olgu ise 2012’de noter üyeliğinden e-devlet sisteminden üyeliğe geçişle –ki bu e-devlet üzerinden üyelik kendi de bir patron olan sermaye devletine ülkedeki sendikalaşma sürecini an be an izleme olanağı vermiş, yer yer bu bilgilerle sendikal örgütlenmeleri kırmaya çalıştığı da ispatlanmıştır- bağımsız sendikaların kurulma çabasında bir artış olmuştur. Bu olgu bir yandan sararmış, bürokratlaşmış, işçi kontrolünden uzaklaşmış sendikal merkezler dışında arayışı olan işçi bölüklerinin varlığına işaret ederken, diğer yandan çürütülerek yüksek kazançlı bir mesleğe, aidat yağmasıyla yüz milyonlarla ifade edilen servetler biriktirmeye dönüştürülmüş olan sendika yöneticiliğine dair hayaller kurarak belki biz de yırtarız diyerek sendika kuran “girişimci” işçilere de işaret eder. Birkaç yıldır sahne alan siyaset sendikacılığı da bu olgunun başka bir yüzünün göstergesidir. 2012 sonrası kurulan bağımsız sendikalar içinde mücadeleci bir sınıf çizgisini toplu sözleşme, ücret sendikacılığı sınırlarına hapsolmadan sürdürenler de vardır, umudumuzun kaynağı da onlardır.

AKP’nin grev yasaklarını adeta yasa haline getirmesi konusunda da, sendikal örgütlenmenin e-devlet üzerinden suistimal edilerek yer yer kırılması konusunda da, işverenlerin yetki itirazlarının keyfi biçimlerde kullanabilmesinin, uzun süren yetki itirazı mahkemeleri neticesinde kural olarak işyerlerindeki sendikal örgütlenmelerin patronlarca kırılmasının karşısında da topyekûn bir mücadele yolu konfederasyon merkezlerince kapatılmış durumdadır. Kazankaya, Ekmekçioğlu, Assan, Kentpar, Baldur, Mitsuba, Renault ve benzeri onlarca işyeri örgütlenmesi bu taktiklerle boşa düşürülen, sarı gangster Türk Metal Sendikası’yla yaptığı uzlaşma protokolüyle bağımsız davranışını ve hareket kabiliyetini büyük oranda yitiren, Birleşik Metal İş Sendikası bile artık ortağı olduğu DİSK konfederasyon merkezini bu yönde zorlayamamaktadır. Örneğin sendikal barajlarda yapılan yüzde bir düzenlemesi sonucu toplu iş sözleşmesi yetkisi düşen konfederasyonlara bağlı sendikaların toplu sözleşme yapma yetkisi her yıl bir düzenlemeyle uzatılıyordu. Geçtiğimiz yıl bu işlem uzatılmadı. Barajın düşürülmesi ya da yetkinin uzatılması sırf Nakliyat-İş’in ve bağımsız sendikaların önü açılır diye doğrudan Türk-İş, Hak-İş tarafından fiilen engellenmektedir. DİSK bu konuda sessizdir.

İşçi hareketinin yeni dönemine bir başlangıç noktası saptayabilmek için 2008 krizi sonrası parça parça yaygınlaşan işçi tepkileri, eylemlerinin Gezi İsyanı’nı deneyimledikten sonra yurt çapında daha da yayılım kazanması sonrasındaki sıçrama önemlidir. AKP’yi bugün iflah olmaz noktaya taşıyan rıza üretme kapasitesindeki çöküşün ilk sorgulamaları bu tepkiler, eylemler içerisinde aranmalıdır. Büyük kentler ve Anadolu’nun dört bir yanında işçiler bu süre içinde yeni devleti, sarı sendikaları, içine düşürüldükleri cemaat, mafya, siyaset, yasa cenderelerini yaygınca idrak etmek, tanımak, sorgulamaya başlamak zorunda kaldılar. Devlette ve özel sektörde, tüm iş kollarında ücretlerin giderek asgari ücret bandına çekilmesi, esnekleştirme ve güvencesizleştirmenin sonuçlarının uzun mesai saatleri, performans yarışlarıyla bir işçinin en az beş işçi kadar sömürülmesinin sağlanması, teknolojileşme, dijitalleşmenin yeni sömürü aparatları olarak üretim ve tedarik zincirlerince başarılı biçimde entegre edilmesi (Kansu Yıldırım’ın Mutlak Artık Değer İmparatorluğu yazısında pandemi ölçeğinde tartıştığı beyaz ve mavi yaka arasındaki türdeşleşme tespitiyle birlikte), iş kanununda asıl iş yardımcı iş ayrımıyla bir işyeri içinde onlarca şirketin faaliyetinin önünü açarak sendikal örgütlenme fiilen imkansız hale getirildi. Üstelik bu sayede cemaatler, mafyalar, işçi düşmanı yerel siyasi figürler, partiler, bu işyerlerinde örgütlenme ve grev kırıcı işlevleriyle örtük rıza ve zor işlevleriyle konumlandırıldı. Bu süreçte çıkarılan “kiralık işçilik yasası’yla” hem özel istihdam büroları hem de diğer oluşumlar asıl işlerde yasal olanı yüzde on, fiili olanı yüzde doksan işçiyi bulacak şeklide yerleştirildi. İşçinin birikmiş ücret alacaklarında zaman aşımı süresinin on yıldan beş yıla düşürülmesi yoluyla milyonlarca işçinin birikimi sermayeye peşkeş çekildi. Borçlandırılmış, nakit paraya muhtaç işçinin kıdem, ihbar tazminatları ve ücret alacaklarının büyük kısmının gaspının önü ‘uzun mahkeme süreçleri bu hakkın kullanılmasını engelliyor’ propagandasıyla TOBB, TUSKON, MÜSİAD, TİSK, TÜSİAD çetesi tarafından Meclis’ten çıkarılan Arabuluculuk Yasası aracılığıyla açıldı. Zaten uğradığı haksızlık karşısında hukuka başvuru oranı on işçiden birine denk düşüyorken bu kez o bir işçinin de hukuk yoluyla alabileceği hakkın üçte ikisini masada bıraktığına şahitlik etmeye başladık. Borsa, döviz kurları, enflasyon, vergi kesintileri üzerinden yürütülen büyük gasp faaliyetlerine değinmeye bile gerek yok.

Bursa, İzmit, Gebze, Eskişehir, Kırıkkale, Sakarya, Düzce, Tekirdağ gibi ülkenin en önemli sanayi kentlerinin büyük işletmelerindeki işçilerin üyesi oldukları sarı gangster Türk Metal’e isyanını içeren, sönümlenmesi, dizginlenmesi aylar süren Metal Fırtına isyanı işte böyle bir ortamda başladı. Ve işyeri işgalleri, toplu iş bırakmalar, kent meydanlarına yürüyüşler, forumlar, sarı sendika yöneticilerine fabrikalarda meydan dayakları ve toplu istifalar ve alternatif sendikalara geçiş pratikleriyle işçi hareketinin yeni dönemini başlatmış oldu isyancı işçiler. Renault işçilerinin bütün cendereleri kırıp AKP ve MHP’nin temsil ettiği eski rıza mekanizmasını üreten milliyetçi muhafazakâr dilin, ilişki dünyasının, en bereketli propaganda argümanlarını (ödeyeceğiniz aidatlar askerimizi şehit eden kurşunlara harcanacak gibi) boşa düşürerek DİSK-Birleşik Metal’e geçmiş olmaları; sonradan Erdoğan, Soylu, MESS, Türk Metal organizasyonuyla büyük bir polis şiddeti, gözaltılar, uzun cezaevi yatma tehditleriyle ve BMİS’in yetersiz önderliği nedeniyle Türk Metal’e geri döndürülmüş olsalar da çok çok önemli bir gelişmedir. Konya Kentpar, Çorum Ekmekçioğlu, Kazan Bozankaya DİSK’te örgütlenme girişimleri de Soma, Ermenek direnişleri de işte bu çok çok önemli olgunun altını çizen, yürünmesi gereken yolun doğrultusunu tayin eden göstergelerdir.

Tüm bu bağlamda yetersiz olan işçiler değil işçi hareketine, sendikal harekete önderlik edenler ve onların anlayışları, tarzları, dilleridir. Metal Fırtına’dan bu yana neredeyse ülkenin tüm sanayi, enerji, tarım, turizm bölgelerinde direniş görmemiş yer kalmadı. Önemli bir kısmı sendikal önderliklerden yoksun olan bu direniş ve örgütlenme girişimleri büyük oranda yenilgiye uğratıldı. Ancak en son Birleşik Metal anketinde de doğrulandığı gibi işçiler haberi televizyonlardan değil Facebook, Twitter gibi sosyal medya platformlarından takip ediyorlar. Direnenler, örgütlenenler, patronların cenderelerini yıkma cesaretini, cüretini hem koşullarının çıkışsızlığından, çaresizliklerinden, hayatlarını sürdürme zorunluluklarından alıyorlar; hem de tecrübeyi, bilgiyi Metal Fırtına öncesi sonrası OHAL, pandemi koşulları dinlemeden ateşlerini kesmeyen işçi, direniş ve grevlerinin deneyiminden alıyorlar. Bu deneyime ulaşmalarının yolu ise bu sosyal medya hesaplarını takiptir. Dolayısıyla BU aşama artık olgunluğa ulaşmıştır. Bir sonraki aşamayı örgütlemeye geçmemiz lazım. Bunun nasıl olabileceği de diğer bir yazının konusu olsun.

Başaran Aksu & M. Görkem Doğan

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler