spot_img
spot_img
Ana Sayfa6356'yı parçalaİşçi Forumumuz "6356’yı Parçala" şiarıyla gerçekleşti

İşçi Forumumuz “6356’yı Parçala” şiarıyla gerçekleşti

Umut-Sen olarak 2017’den beri geleneksel olarak gerçekleştirdiğimiz işçi forumlarının sonuncusunu bu sene, 6 Kasım’da Bülent Ecevit Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdik. Anadolu’nun her köşesinde yaşanan yoğun proleterleşmeye karşı, örgütlü bir işçi sınıfı hareketi inşa etme gayretiyle ilmek ilmek dokuduğumuz fiili meşru mücadele çizgimizi bu sene de işçilerin ayağında bir pranga haline gelmiş 6356 sayılı kanunun parçalanması için yaptığımız çağrımızla sürdürdük. Foruma Türkiye’nin dört bir yanında sürdürdükleri direnişlerle umudumuzu büyüten direnişçi işçiler, Amazon’a karşı dünya genelinde gerçekleştirdikleri eylemleri yakından izlediğimiz ve enternasyonal bir işçi sınıfı mücadelesinin imkanlarını zorlayan Polonyalı, Almanyalı ve Fransalı Amazon işçileri, farklı işkollarından işçiler ve çeşitli sendikalar katılım sağladı. Forumdaki temel vurgu, başta 6356 sayılı sendikalar kanunu olmak üzere işçi sınıfının önündeki her yasal engeli fiili meşru mücadele ile aşacağımız üzerineydi.

Ayrıca fiili olarak aramızda bulunamasalar da Ermenek Maden Direnişi adına Ahmet Zorlu, Trendyol Direnişçileri adına Mustafa Biçer, Gemi söküm işçileri adına Gökhan Çoban, Çimsataş Grevi adına Mehmet Kurt ve Tek Gıda İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı Suat Karlıkaya’da gönderdikleri videolar ile forumu selamladı.

“Kendi öz gücümüze güveneceğiz, işçi sınıfının bir parçası olan biz emekliler bu aydınlık yoldan yürüyeceğiz. “

Forumun ilk konuşmacısı Emekliler Dayanışma Sendikası Başkanı Mahinur Şahbaz 1994’deki Sağlıkta Reform yasası ile hakları gasp edilen emeklilerin bugün içinde bulunduğu koşullardan, çalışmak zorunda olduğu için iş cinayetinde ölen emeklilerden, EYT’lilerin durumundan bahsetti.

Emekliler Dayanışma Sendikası Başkanı Mahinur Şahbaz

Emekliler Dayanışma Sendikası Başkanı Mahinur Şahbaz:

“Parçalayacak o kadar çok şey var ki bende emekliler olarak ne istediğimizden bahsetmek istiyorum. İki savaş arasında söylenmiş bir söz, koşullarımız çok gaddarlaştı. Bugün Türkiye’de emeklilik çağına gelmiş insanlar emekli olamıyor, çalışmak zorunda. Emekli olanlarda yaşamakta zorlanıyor.Her 5 işçiden biri emekli çağında çalışırken ölüyor. Yaşlı nüfus Avrupa’da yüzde 4 bizde 12. 65 yaş üstü Avrupa’da yüzde 4’ü çalışıyor, bizde yüzde 12. Bu kesim çalışanların içinde en az ücret alan yüzde 20’lik dilimin içinde. Bunun ötesinde iki gün önce Türkiye İşçi Sendikaları Başkanı EYT düzenlemesi ile ilgili yazılı açıklama yaptı. Söyledikleri şey su EYT’yi somut olarak çözüm önerileri tespit ettik, beklentilerimizi karşılayan işverene ağır gelmeyecek düzenlemeler istiyoruz. Bakanlıkla paylaştık. Biz önce bu paylaşma lafına karşı çıkıyoruz. Bu sözü tanımıyoruz. O kadar vicdansız bir noktadasınız ki, Türkiye’yi şirketlerinizle yönetiyorsunuz. Geçmişi unuttuğumuzu düşünüyorlar.  Biz çok iyi hatırlıyoruz ki 1992 yılında şartlı kredi aldınız. Bugün emeklilerin tüm haklarının gasp eden bir anlaşmaydı. Yüklü bir parayı alıp kullanan, hiçbir şey üretmeyen, fason üretimle…Sıkıştıkça kredilerle bizim sırtımızdan, bütçeyi kendi bütçeniz gibi kullanan şekilde bugüne geldiniz. Şu an değişen bir şey olmadı. Çünkü her şey sınıf mücadelesi ile olur. 94’ten bu yana tüm haklarımızı gasp ettiniz. Bunun arasında EYT’liler de var. Şimdi direktif veriyor. Kıdem tazminatı olacak, bunlar işverene yük olmamalı. Bastığımız topraktan, içtiğimiz suya vergi ödüyoruz. Daha ne yapabiliriz. Geçtiğimiz günlerde promosyon üç ay konuştu. Sanki emeklinin tüm sorunu bu promosyonla çözülecekmiş gibi reklamını yaptılar. Devlet olduğunu hatırlayacaksın. İki satırlık kararname çıkartacaksın emeklilere promosyonları otomatikman ödenecek. Her gün emeklilerin bankaya aylıkları yatıyor. Bankalar bu dönen paradan repo kazanıyorlar. Bankalara geçtiğimiz yılın ilk ayına göre, geçtiğimiz 6 aya göre yüzde 400.5 arttı. Bu sadece çok basit bir örnek. Enflasyon hesabı ayrı bir problem. Her gün oturup halkın tümünün cebindeki parayı nasıl alırız bunu düşünüyorlar. Bunlara karşı birlikte mücadele etmemiz gerekiyor. Hepiniz tünele doğru aydınlığa dönen bir ışıksınız. Daha çok emek, daha çok çaba ile; hakikat üzerinden yürüyerek yapacağız. “

“Benim şu an cebime 5200 lira giriyor, ben gönüllü olarak başkanlık yapıyorum. Tahir Başkan da böyleydi. Biz paraya değil, insana değer veririz.“

İkinci konuşma 2014 yılında önderimiz, ölümsüz başkanımız Tahir Çetin ile birlikte Bağımsız Maden İşçileri Sendikası’nı kuran, Bağımsız Maden İşçileri Sendikası Genel Başkanı Gökay Çakır ile devam etti.

Bağımsız Maden-İş – Gökay Çakır

Bağımsız Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Gökay Çakır:

“Ben askerden geldim 1998’de madene başladım. 21 sene madende çalıştım. Madenciliği bizim vekillerimiz, cumhurbaşkanımız, bakanlarımız iki kelime ile bitirirler. Aslında madencilik bu değil. Dünyanın en ağır işidir, bu yüzden madenciler değersizdirler. Ben bazen utanıyorum. 300 kişi, 40 kişi bu kadar insan ancak savaşta ölür. Bu ülkede madende ölüyor. Bir maden işçisi evinden çıktığı zaman 12 saat madende çalışıyor. Sağcısı, solcusu, ateisti, müslümanı fark etmez. 12 saat birbirini korur. Ancak yukarı çıkınca insanları ayrıştırırlar. Bu insanlarda bu şekilde ölüme mahkum ediliyor. Madende çalışanlar çoğunlukla kırsal kesimden gelenlerdir, kolay yönetilirler.

2004 yılında Tahir ile tanıştım. 10 sene onla madencilik yaptım. 301 arkadaşımız öldü o sene. Başaran abi, Kamil abi geldi. Sendika kuralım dediler. DİSK’e geçtik. Ben kırk yaşında gördüm bunu, Türkiye’de işçi sınıfı hiçbir zaman hareket ettirilmemiş. Ben isterim ki bizim gibi on tane daha sendika kurulsun. Öbür sendikaların içine girdim ben, işçileri nasıl sattıklarını çok iyi gördüm. DİSK’e de girdim ancak işçiyi nasıl sattıkları Soma’da gördüm. 2014 yılında sendika kuralım dedik. 2014’te sendika kurmak için Soma’da yeni kişi bulamadım. Farklı illerden arkadaşlar bulduk, 2018’de sendikamızı kurduk. Çok onurluyum. Ancak ben bu yolda Tahir’i kaybettim, üzgünüm.

Amasra’ya gelince 41 arkadaşımızı kaybettik. Biz sabah 4’te vardık oraya. Bunu hep madende gördük. Ahmet gider, Mehmet gelir. Bizim gibi sendikaların olması gerekiyor. Türkiye’deki toplumun şu an arayış içinde olması lazım. Yeni sendikalara yönelmesi lazım. Benim içim acıyor işçi kardeşlerimin durumunu görünce. İşçi arkadaşlara diyorum; yeter ki siz haklı olun, ben o hakkı dişimle, tırnağımla alırım. İşte bunun için Bağımsız Maden İş Sendikası’nı kurduk. İnanıyoruz ki bu sene başına kadar barajı da aşacağız. Bizi, Bağımsız Maden’i işçilerden ayırmaya çalışıyorlar. Bunlar solcudur diyorlar. Ama biz bugüne kadar direnişlerimizle kendimizi gösterdik. Sendikadan bir kuruş para almadık. Benim şu an cebime 5200 lira giriyor, ben gönüllü olarak yapıyorum. Tahir Başkan da böyleydi. Biz paraya değil, insana değer veririz.

Ben ilk madene girdiğimde 10 gün kendime, 20 gün patrona çalışıyordum. Ondan sonra klasik alet verdiler; 7 gün kendime, 23 gün patrona çalıştım. Ondan sonra yarı mekanize dedikleri sisteme geçtiler; 4 gün kendimize 26 gün patrona çalıştık. Tam mekanizeye geçtik, madenci sanıyor ki çok kazanıyorum. Şu an 1 gün kendine çalışıyor, 29 gün patrona çalışıyor. Neden 3 günü almıyorsun? Sarı sendikalarda bu düzene çanak tutuyor. Ahmet gider, Mehmet gelir. Ölen öldüğü ile kalıyor.”

“6356 sayılı yasa 12 Eylül faşizminin ürünü bir yasadır.“

Yalnızca taşımacılık işkolunda bulunan işçilerin değil, diğer işkollarında bulunan işçilerin de mücadelesini sahiplenen ve direnişlerine öncülük eden Nakliyat İş Sendikası da bu sene aramızdaydı. Genel Başkan Ali Rıza Küçükosmanoğlu 6356 sayılı yasanın 12 Eylül faşizminin bir ürünü olduğunu vurgulayarak, sermaye sınıfının aparatı haline gelmiş sendikaların yaşanan yoksullaşmayla mücadele etmek bir yana işçileri buna mahkum eden düzen içine hapsolduğunu anlattı.

Nakliyat İş – Ali Rıza Küçükosmanoğlu

Nakliyat İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu:

“6536 sayının fiili mücadele ile parçalanması önemli. 6356 sayılı sendikalar ve toplu sözleşme kanunu çıkalı 10 sene oldu. Onun öncesi 12 Eylül faşizmi dönemi çıkan 2822 sayılı toplu sözleşme ve lokavt kanunu var. Bu yasal aslında 12 Eylül faşizminin döneminin yasaları. O dönemde çıkan yasalarla içerik olarak aynı. 6356 sayılı yasa 12 Eylül faşizminin ürünü bir yasadır. Bunu görmek lazım. Diğer önemli konu; sınıflar savaşı, mücadelesi var. Aslında her dönem ki sınıflar kavgası içinde bulunduğu döneme ilişkin yasalar da ona uygun olur. 61 anayasanın demokratik bir şekilde çıkan 274 ve 275 sayılı yasalar döneminde aslında, daha sonra bu yasayı değiştirerek DİSK’i kapatmaya dönük bir hamle oldu ancak 15-16 Haziran direnişi buna izin vermedi. 15-16 Haziran direnişine baktığımızda o dönemde işçi sınıfı mücadelesinin ne kadar etkili olduğunu görüyoruz. Kendi aleyhine çıkartılan bir yasayı Anayasa Mahkemesi’nden döndürdü. Fiili bir mücadele ile o yasanın değiştirilmesine Türkiye işçi sınıfı izin vermedi. 12 Eylül faşizm koşullarında bu yasa çıktı. İşçi sınıfı mücadelesini yasal bir düzenlemeye hapsetmek isteyenler, sermaye sınıfıdır ve onlarla işbirliğinde olan sarı sendikacılardan. 6356 sayılı bu yasaya, işçileri sarı sendikalara mahkum etmeye çalışan bu düzenin bir parçasıdır. Gelişen sınıf hareketini, sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda kontrol altına almaya çalışıyorlar. Bu yasaya fiili mücadele ile, direnişle işçi sınıfı yanıt veriyor. Sınıf kavgası, sermaye sınıfı tarafından hapsedilmeye çalışılıyor. 2022 yılında kendiliğinden olarak da çok fazla direniş ortaya çıktı. Koç’lar, finansçılar karlarını yüzde 300, yüzde 400 arttı. Tüpraş’ın karı son bir yılda yüzde 1160 artmış. Ancak reel anlamda ücreti düşmeyen bir tane işçi göremezsin. Kamuda çalışarak, aristokrat görünen işçilerde yoksullaşıyor. Bunun bir aparatı da sendikalar. Başta Türk-İş ve Hak-İş olmak üzere, maalesef DİSK’te buna ortak. Tam da DİSK’in mücadeleyi ortaya koyması gereken noktada, DİSK duruyor.

Biz tüm cenderenin altında yasalar ve Türk-İş tarafından hedef alınıyoruz. Çalışma Bakanlığına, Türk-İş’, Hak-İş’e ve gerektiğinde DİSK’e karşı da duracağız. Bizim yıllardır iş sözleşmesi yaptığımız yerlerde, işverenin itiraz etmediği yetkiye Türk-İş’e bağlı sendikalar itiraz etti. Bunlara sendika denir mi?

6356 sayılı yasanın parçalanması mücadelesi, aslında işçi sınıfının geleceğinin mücadelesidir.“

PTT-Sen – Süleyman Şen

“Tek yol mücadele, bu yasalara aldanmamak gerekiyor. Nereye gerekiyorsa oraya, tüm gücümüzle birlikte yürümek gerekiyor.“

PTT içinde taşeron olarak çalışan işçilerin öncülüğünde kurulan PTT-Sen ve PTT Kargo-Sen Türkiye’deki yetki barajını aşmış ve toplu iş sözleşmesi yapma yetkisini almıştı. PTT içindeki başta sarı sendikalar ve PTT yöneticileri tarafından sürekli tehdit edilen kurucu işçiler; sürüldü, işten atıldı. PTT-Sen temsilcisi Süleyman Şen yasaların işçileri kandırmaktan başka bir işe yaramadığını, tek yolun fiili mücadele olduğunu vurguladı.

PTT-Sen Temsilcisi Süleyman Şen:

“Gerçekliğimiz Nakliyat İş ve Bağımsız Maden başkanlarının anlattığı ile aynı. PTT-Sen, PTT’de taşeron işçilerden kurulmuş bağımsız bir sendika. Devlet kurumunda, sarı sendikaya, bürokrasiye hepsine değen bir örnek teşkil edilmek istiyoruz. Taşımacılık ve İletişim iki işkolu var diye iki sendika kurduk. PTT’de ilk defa taşeron işçiler için sözleşme yaptık. Bizim karşımızda sürekli çıkan bu yasalar, patronların karşısına çıkmıyor. At oynatıyorlar. 6-7 bin kişiye ulaştık, bu sefer tüm yöneticilerimizi işten attılar. Yetki başvurusu, davalar… Sebep var mı? Yok. İstinaf, üst derece mahkemesi… Bu yasalar önümüzü tıkıyor ve işçilere umut satıyor. Bu yasalar var diyorsunuz, yok. Biz işçilere yasa olmasa diyeceğiz bakın sadece fiili olarak olacak. Ama işçileri kandırıyorlar. Biz artık buna iknayız. Sadece fiili olarak kazanabiliriz. Tek yol mücadele, bu yasalara aldanmamak gerekiyor. Nereye gerekiyorsa oraya, tüm gücümüzle birlikte yürümek gerekiyor. “

Yemeksepeti – Hamza Akçay

“Direnmek yaşamaktır”

2022’nin başında direnişleri ile tüm Türkiye’ye umut veren Yemeksepeti işçilerinden Hamza Akçay’ın konuşması ile forum devam etti.

Yemeksepeti İşçisi Hamza Akçay:

“İki sene Yemeksepeti’nde çalışıp mücadele ettik. Pandemi dönemindeki tüm zorluklara rağmen, kar, yağmur çamur demeden Yemeksepeti’ne değer kattık. İki sene sonra bize dayattıkları zam, sefalet zammıydı. Pandemi sürecinde kuryeler olarak büyük bir yük omuzladık. Yaptığımız iş çok zor bir iş. Yaralanması var, ölümü var. Sonrasında biz direnişe gittik, iyi ki gitmişiz. İnsana verilen değer bu olmamalı. İşçiler olmadan patronlar bir hiçtir. Direnmek yaşamaktır diyoruz.”

Göçmen Sendikası – Tagrid Alhasino

“Size ne kadar düştüğümü ve yeniden ayağa kalktığımı açıklamaya geldim. Sizden de kendiniz için güçlü olmanızı istiyorum”

2011 yılında Suriye’de çıkan iç savaş ardından ülkesini terk etmek zorunda kalan Göçmen Sendikası Girişimi Üyesi Tagrif Alhasino ülkesindeki savaş koşullarını, göçü ve Türkiye’de hayatta kalmak için verdiği savaşı anlattı. 

Göçmen Sendikası Girişimi Tagrid Alhasino:

“Türkiye’ye geldikten sonra ismim yabancı oldu. Bugün size kısaca bir hikaye anlatacağım. Hikayem yabancı unvana sahip. Ülkemde savaşın başlamasıyla, tehlikeli yerlerden uzak durmak için Suriye’den daha güvenli bir yere gitmek istedik. Savaştan kaçmak için en iyi yer Türkiye olduğu için, komşu bir ülke ve içinde akrabalarımız var. Babama Halep’ten uzaklaşmak istemediğimi söyledim. Babam dedi ki hemşerilerimin birbirini öldürmesi kolay mı sanıyorsun kızım, evimin gözümün önüne çökmesi kolay mı, benim gözümün önünde çocuklar havanla, kurşunla, bombayla ölüyorlar, kolay mı dedi. Hayır hiç kolay değil dedim. Bundan sonra hayatımın en güzel günlerini yaşadığım yurdumdan ayrılmak zorunda kaldım. Suriye Türkiye sınırına vardığımda ve sonrasında bir sürü insan yolda öldü. Tüm sınır kapıları kapatıldı. O anda Türk devleti mültecilerin geçmesini durdurdu. Sonra Türkiye’ye yasadışı yollarla göçmek için Kilise geçtik. Ardından İstanbul’a geldik. Bu arada bizim Suriye’deki savaştan farklı ve çok daha kötü yeni bir savaş ortaya çıktı. Suriye’deki savaştan bile kötü bir savaş ortaya çıktı. Dil, kimlik, kiralık ev arayışı, ırkçılık, gelenekler, çalışma izni, sigorta, vatandaşlık ve hatta en temel haklarımı elde etmek de zorlandık. İlk başta dil sorununu çözmek için Türkçe öğrenmeye başladım. Sonra iş aramaya başladım. Güzellik kursuna gittim. Orada bir arkadaşımla tanıştım. Orada Alçay arkadaşımla tanıştım, işe başladım. Alçay bana neler olacağını anlattı. Çalışmaya başladı. Orada tüm aynalara bakıyorum ve kendimi gördüm, kendimi buldum. Kadın Dayanışma Derneği’nin yardımı ile diğerleri ve ben en azından tanıdıklarım için bir güç kaynağı oldu. Bugün buraya sadece hikayemi anlatmak için gelmedim, kimse bana acısın diye gelmedim. Size ne kadar düştüğümü ve yeniden ayağa kalktığımı açıklamaya geldim. Sizden de kendiniz için güçlü olmanızı istiyorum. Bulunmaz bir zaman olan bu kısa sürede de yabancıların sorunlarını anlatmak istedim. Bu sadece benim değil tüm mültecilerin hikayesidir. Sizinle aramızdaki mesafeyi kırmak istedim. Bu dediklerim benim veya mültecilerin sorunlarını çözülmez çünkü ben hala yabancıyım. Benim gibi yüzlerce, milyonlarca var. Sorunları hala var. Ama biz alıştık, bu arada hepimiz teşekkür ederiz.“

İnşaat-İş – Yunus Özgür

“İnşaat baronlarına yasa yoksa, mücadeleyi de yasalar değil sokak belirler”

Türkiye’nin dört bir yanında güvencesiz ve kölece çalışma koşullarına mahkum edilmeye çalışan inşaat işçilerinin örgütlenmesinde yıllardır yoğun emek eden İnşaat İş Sendikası adına Genel Sekreter Yunus Özgür konuştu.

İnşaat İş Sendikası Genel Sekreteri Yunus Özgür:

“Yasalar sokaklarda yazılır. Onları uygulaması sokaktaki mücadele belirler, sınıf mücadelesi dengesi belirler. Biz sektörel olarak 6356 olarak, inşaat sektöründe esamesi okunmaz. Bizim sektör orman kanunlarına göre yönetilir. 1800’lü yıllarda işçi sınıfının mücadele ettiği, çalışma saatlerinin düşürülmesi ve sendikal hakları mücadelesi gibi. Bizde kıdem yok, ihbar yok, sekiz saat çalışma yok… Bu yüzden bizim mücadelemizde fiili meşru mücadele olmak zorunda. İnşaat baronları her anlamda yasadışı davranıyor. Sektöründe bize dayattığı meşru mücadele hattını izliyoruz.”

TABİB – Nazan Gevher Çam

“Tarihin en büyük ekonomik krizinin bedelini emekçiler ödesin istemiyoruz. Bunun yapabileceğimiz tek yöntemin tabandan belediye işçilerinin bir araya gelmesi ile olacağını biliyoruz.”

Yıllardır örgütlü oldukları sendikalarda çürümeye karşı mücadele eden, belediye işçilerinin taleplerinde direttikleri için temsilcilik görevlerine son verilen, kadro, ek protokol talepleri ile belediye işçilerinin ekonomik krize ezdirilmemesi için alanlara çıkan Taşeron Belediye İşçileri Birliği (TABİB) Üyesi Nazan Gevher Çam yaşanan süreçleri anlattı.

TABİB Üyesi Belediye İşçisi Nazan Gevher Çam:

“Bizler Türkiye’nin belediyelerinde hizmet üreten, yurttaşa hizmet sunan 562 bin belediye işçisiyiz. Çalıştığımız iş yerlerinde ek protokol ile iyileştirme, gerçek kadro talebini yükseltmek, ilave tediye hakkımızı istemek, TİS ile daha iyi koşullara erişmek için mücadele ediyoruz. Sayısal gücümüzün ve üretimden gelen gücümüzün farkındayız. Çok yeniyiz. Belediye işçilerinin örgütlü olduğu büyük konfederasyonlar var, ancak işçilerin taleplerine dönük adımları atarken geri davranıyor. Bürokratik sendikacılık yapmaya devam ediyor. Sendikaları bürokratik, çıkar grupları için çalışan yapılar olmaktan çıkartmak istiyoruz. Tarihin en büyük ekonomik krizinin bedelini emekçiler ödesin istemiyoruz. Bunun yapabileceğimiz tek yöntemin tabandan belediye işçilerinin bir araya gelmesi ile olacağını biliyoruz. Tüm belediye işçilerini tabandan mücadele yürütmeye çağırıyoruz. Bu mücadelenin mutlaka ilkeleri olur. Sosyal medyadan duyurduk. Paralı sendikacılık istemiyoruz. Sendikacılık yapılacaksa işçi maaşları ile yapılmalı. İşçiler kendi öz örgütlenmelerini yapmalı. Taban örgütlenmeleri ile, iş yerlerinde kendi hakları için mücadele etmeli. Taban örgütlenmeleri oluştuktan sonra komiteler olmalı. Eşit temsil olmazsa olmaz. Bütün sendikaların eşit temsil konusunda ortak hareket etmesi gerektiğini düşünüyoruz. Karar alma mekanizmalarının her aşamasında toplumsal cinsiyete dayalı şartların TİS ile iyileştirildiği, bu mekanizmaların hepsinde kadınlar olsun istiyoruz. Sendika içi rekabetin işçilere zarar verdiğinin çok farkındayız. Sendikaların amaç değil, araç olarak birleşik işçi mücadelesini oluşturmasını istiyoruz. Seçilen şube yönetimleri iki döneme uymak zorunda. Tüzüklerde değişiklik elzemdir. İlkelerimiz içinde mücadelenin büyüyeceğine inanıyoruz. “

Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası – Ozan Fındık

“Bu yasa bizi 4 milyon işçinin yer aldığı 10 nolu işkolunda tariflemiş ve bize öğretmen olsun olmasın bu 4 milyon işçinin yüzde birini örgütlemek zorundasınız ancak bu şekilde grev ve toplu sözleşme yapma hakkını elde edebilirsiniz diyor. Aslında biz kendi alanımızın yani özel okul öğretmenlerinin yüzde üçünü örgütledik ama işkolu barajını aşamadığımız için hala toplu sözleşme ve grev hakkımız yok.”

Eğitimin özelleştirilmesi ile birlikte sayısı 250 bini bulan özel sektör öğretmenlerinin kurduğu bağımsız sendika Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası adına Örgütlenme Uzmanı Ozan Fındık konuştu. Eğitim emekçilerinin yaşadığı sömürü koşullarına karşı artık örgütlenmeye başladığını, fiili meşru mücadele ile tüm yasal sınırları aşmak için gayret içinde olduklarını anlattı.

Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası Örgütlenme Uzmanı Ozan Fındık:

“Öğretmen mücadelesi çok eskilere dayanıyor. TÖS’den Fakir Baykurt’lardan TÖB-DER geleneğinden gelen bir mücadele var. Bu mücadele hep kamu ayağıyla gidiyor. Son 15 yılda eğitimde özelleştirmerle birlikte “özel sektör öğretmenleri” diye yeni öğretmen grubu oluşmuş oldu. Özel sektör öğretmenleri neredeyse 15 yıldır ciddi bir kitle oluşturuyor fakat bir türlü bir örgütlenme sağlanamıyordu. Birçok kurs merkezinde okulda çok çeşitli sömürü biçimlerine maruz kalıyorlar ama buna karşılık çok parça parça küçük gruplar halinde örgütlenme denemeleri oldu. Bununla birlikte aslında bizlerin örgütlenebileceği sendikalar da yoktu. Bazı dernek ve sendika girişimleri oldu fakat bunlar da zamanla bürokratikleşme ağına takıldılar ve çok da bir şey yapmadan kaybolup gittiler. Biz de aslında tam da buna karşı bir şey yapabilmek için bir araya geldik. 25 kadar öğretmenle başladığımız bu mücadele bir sene içinde 5 bin üyesiyle birleşik bir öğretmen gücüne dönüştü. Bu işe başladığımızda yapamazsınız, öğretmenler örgütlenmez demişlerdi. Tabi öğretmenlik deyince atfedilen kutsallıktan ötürü işçiliğini kabul edememe hali var. Halbuki asgari ücretle çalıştırılan bazı yerlerde onu bile alamayan bir meslek grubundan söz ediyoruz. O yüzden çok umutsuz bir haldeydi özel sektör öğretmenleri ama aslında inanç biraz böyle bir şeydir. Olmayacak şeye inanmak geleceği yaratmanın da ön koşuludur, güç biriktirmesidir. Umut ya da inanç vahiy gibi inmez insanlara bu yaratılan bir şeydir. İnsan kendi umudunu kendisi inşa eder. O nedenle biz bu işe bu inancı inşa etmek üzere çıktık. Önümüzde çok sayıda yollar ve birçok da duvar vardı. Bu duvarlardan bir tanesi de bugün konuştuğumuz sendikalar yasasıdır. Bu yasa bizi 4 milyon işçinin yer aldığı 10 nolu işkolunda tariflemiş ve bize öğretmen olsun olmasın bu 4 milyon işçinin yüzde birini örgütlemek zorundasınız ancak bu şekilde grev ve toplu sözleşme yapma hakkını elde edebilirsiniz diyor. Aslında biz kendi alanımızın yani özel okul öğretmenlerinin yüzde üçünü örgütledik ama işkolu barajını aşamadığımız için hala toplu sözleşme ve grev hakkımız yok. Bu noktada neler yapabiliriz diye geçmişteki sınıf mücadelelerinin izlerine baktık, bu mücadelenin bir parçası olduğumuzun bilinciyle hareket ettik. Ama bir noktada da ileriye bakarak kalıplaşmış sloganların ve klasik yöntemlerin dışında bir şeyler bulmamız gerektiğini farkettik. Bizim önümüzü açan da bu oldu. Hukuk konusunda hiç uzmanlığımız yoktu, avukatların da özel okul öğretmenlerine dair düzenlemelere ilişkin çok şey bilmediklerini fark ettik. Öncelikle bu yasalar ve yönetmelikler bize dair ne diyor diye kendimiz çalıştık, daha sonra avukatlarla birlikte bu yasalara çalıştık. Bugün yüzlerce öğretmene destek veren bir gönüllü avukat ekibimiz var. Her Cuma öğretmenler gelip avukatlarla konuşuyor, sorunlarını anlatıyorlar. Bunun dışında MEB de ilk defa hakkını arayan özel sektör öğretmenleri ile karşılaştı. Dilekçeler verdik, tek başına dilekçe vermenin bir işe yaramayacağını bilerek verdiğimiz her bir dilekçeyi takip ettik. Sendika olarak ilettiğimiz her bir soruna dair ilgili kurumları tek tek aradık çözümün peşini bırakmadık. Bir süre sonra o kadar darladık ki cevap vermek zorunda kaldılar. Bizim cüretimiz de onları etkiledi. Resmi tatillerde öğretmenleri çalıştıran kurumları basmaya başladık. Basmaya başladık çünkü başka çaremiz yoktu. Çünkü ne valilikten ne polisten ne de MEB’den bu sorunun çözümüne dair bir cevap alamadık. Bunun üzerine de direkt bu kurumlara kendimiz giderek, video çekerek bu hukuksuzluğu teşhir ettik. Bu tavrımız o kurumlarda öyle bir korku haline geldi ki bayram tatilinde öğretmenleri çalıştırmayı düşünen kurumlar ismimizi duyunca gerçekten kapatmaya başladı. Genel sendikal yapılara baktığımız zaman o kadar da güçlü olmayan çok yeni bir sendika olmamıza rağmen kurumlar bizden korkmaya başladılar. Bir kurumu bastık, biz görmeyelim diye öğretmenleri mutfağa kilitlemişler. Biz de kendi fiili meşru mücadelemizi böyle böyle geliştirdik, hakkımızı arayarak, cüret ederek oldu bu. Çoğunuzun bildiği üzere bir taban maaş talebimiz var ve bunun için Ankara’da toplandık. Bir etkinlik düzenledik ve bu etkinliğin sonunda da bir basın açıklaması yapmak istedik. Bizi engellediler, direndik. Bir öğretmen gibi direndik. Özel sektör öğretmenleri ilk defa kendileri için jop yiyen, gaz yiyen başka öğretmenleri gördü. Bu direniş bizim önümüzü açtı, örgütlenmeye devam ediyoruz. Tekrar etmiş olayım inanç inşa edilen bir şeydir inancı inşa etmeye de mücadeleye de hep birlikte devam etmeliyiz.”

Düzce Cam Fabrikası işçisi Faruk Taşdemir

“Bakanlık yetki verdi, işveren itiraz etti. Dava tam 4 sene sürdü, 140 işçi işinden oldu”

Binbir emekle örülen bir örgütlenme ile 6356 sayılı yasanın dayattığı baraj engeli aşıldı yine de olmadı. İşçilerin önüne bir duvar gibi dikilen yasanın işverene tanıdığı serbestlikler sayesinde ortada hiçbir sebep yokken itiraz ederek yıllarca verilen örgütlenme mücadelesini “yasal yollarla” yok saydı. Tüm bunlar yetmedi sendikal özgürlük hakkını ihlal ederek sendikaya üye olan işçileri tehditle istifa ettirdi, etmeyenleri işten atarak açlığa mahkum etti. Asıl işi taşeron şirketlere verdi, taşeron şirketler eliyle aldığı işçilerin iş kollarını değiştirdi. Düzce Cam fabrikası patronu 6356 sayılı yasanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak göz göre göre işçilerin sendikal haklarını gasp etti, yüzlerce işçiyi açlığa mahkum etti. 6356’nın gerçekte ne demek olduğunun en bariz örneklerinden biri olan Düzce Cam Grevi mücadelenin öncüsü işçilerden dinledik.

Düzce Cam Fabrikası işçisi Faruk Taşdemir:

“2013’te örgütlendik. Bakanlığa başvurduk. İşveren yasadaki boşluktan itiraz etti. İşverenin yetkiye itiraz etmesinde bir sorun yok. Devlet alacaklarında nasıl hareket ediyor. Önce cezayı öde, sonra itiraz et. İşverene de bunu yapsın? Biz bunu istedik. Mahkeme tamı tamına 4 sene sürdü. İşveren bu 4 sene boyunca içeride sendikalı işçi bırakmadı. 140 işçiyi ekmeklerinden etti. Grev süreci geldi, içeride sendikalı işçi kalmamış. Kimle greve çıkacaksın? Yeni alınan işçilerde hep işveren referansıyla alındı. Biz atılan işçilerle bir direniş başlattık. 285 gün sürdü. İşverene ne oldu derseniz, hiçbir şey. Bizden çaldığı paralarla bazılarına şirin görünmek için okul yaptırmaya başlamış Düzce’ye. Çankırı’da 250 milyon dolarlık tesis yaptırmaya başlamış. Başka bir şey söylemek istemiyorum.”

Amazon Direnişçisi Mehtap Tütün

“Yasa olduğunu biliyordum ancak sorduğumuzda 6356’nın bir patron yasası, formalite olduğunu anladım. Biz birleşen işçiler tarafından bu yasa parçalanmaya mahkumdur.”

Kurulduğu günden bu yana sendika barajı, yetki belgesi veya işkolu ayrımlarına takılmadan her bir depo işçisinin yanında duran tarihi fiili meşru militan mücadeleler ile dolu bir sendika olan DGD-SEN sendikası ile birlikte mücadele eden tüm işten atmalara ve baskılara karşı pes etmek yerine buradan güçlenerek çıkan depo işçilerinden dünya devi Amazon’un Türkiye’de yarattığı aşağılık çalışma koşulları ve sendika düşmanlığını dinledik.

Amazon Direnişçisi Mehtap Tütün:

İlk depo tecrübemdi Amazon. Paketleme işçisi olarak başladığım depoda ilk günden bir şeylerin yolunda gitmediğini anladım. Bir gün çalıştığım masada yanımda çalışan arkadaşlardan gözlem tutulduğunu duydum ve onun ne demek olduğunu da bilmiyordum. Uzman denilen yetkili kişiye giderek bunun neden tutulduğunu sordum. Sonra benimle beraber aynı soruyu soran 5 işçiyi bir arabaya bindirdiler. Nereye gidiyoruz dedik, cevap vermediler. Bizi kocaman tır lastikleri ile dolu bir depoya götürdüler. Oranın adı da gıda deposuymuş. Gıdadan çok lastik vardı. Biz o gün itiraz ettiğimiz için sürüldüğümüzü anladık. Yeni depoydu, yönetim yoktu ve rahattı.4-5 ay ardından yönetim geldi. Mobbing ve tehdit başladı. Sürekli işten çıkartılmayla tehdit ediliyoruz. Yılın 6-7 ayı kampanya ile geçiyordu. 12, hafta tatili olmadan çalıştırıldık. Ben oraya Nazi kampı dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Sonra DGD-Sen’e üye olmaya karar verdik. Gizli gizli yapmaya başladık. Giriş çıkışlarda, farklı servislere binerek, mesai dışında örgütlenme yapmaya başladım. Dikkat ettim çünkü yakalanırsam işten atılacaktım, keza atıldım. Yasa olduğunu biliyordum ancak sorduğumuzda 6356’nın bir patron yasası, formalite olduğunu anladım. Biz birleşen işçiler tarafından bu yasa parçalanmaya mahkumdur. Yeni bir yasa gelmesi için mücadele etmek zorundayız. Biz bu yasayı parçalayacağız biliyorum. Başta kadın işçiler olmak üzere bütün işçilere selamlarımı iletiyorum.”

“Çünkü bizim kavgamız sizin kavganız, sizin kavganız bizim kavgamızdır.”

Türkiye’den Fransa’ya, Fransa’dan Almanya’ya, Almanya’dan Polonya’ya Amazon mücadelesi büyüyor yasal, ulusal sınırları aşıyor. Dünyanın dört bir yanından gelip foruma katılan Amazon depo işçileri birleşiyor, depolardan bir ses yükseliyor; AMAZON’A ÖDET!

Polonya’da Agnieszka Mroz – OZZ Inicjatywa Pracownicza

“Herkese iyi akşamlar. Size Fransa, Polonya ve Almanya’dan dayanışma mesajları ile geldik ve hepinizi selamlıyoruz. Amazon gibi uluslararası büyük şirketler, biz işçileri ayrıştırarak bizi çatıştırmaya çalışıyorlar. Almanya’daki Amazon işçileri neredeyse 10 senedir bir grevdeler bu nedenle Amazon Polonya’da da depolar açmak zorunda kaldı. Çünkü biz Polonya’daki işçiler Almanya’daki işçilerin dörtte biri maaşla çalıştırılıyoruz. Amazon’un bir ülkede grev başlatan işçilere karşı bir başka ülkede depolar açıp o ülkenin işçilerini diğerlerine karşı kullanmaya başladığını fark ettik ve bu nedenle Amazon işçileri olarak uluslararası bir dayanışma ağı örgütledik. Avrupa’nın birçok ülkesinde çalışan Amazon işçileri olarak bir araya geldik. Biliyoruz ki bizler hepimiz işçiyiz, bizim tek kaygımız birbirimiz arasında çıkartılan çatışmadır. Bizler lojistik işçileri olarak aslında bu sermaye düzeninin nasıl kanı, damarı, iliği, kemiği olduğumuzu çok iyi anladık. Sermaye düzenine karşı sahip olduğumuz gücün farkına vardık. Bu nedenle bu dayanışma ağını kurduk çünkü biz işçiler bir araya geldiğimizde herkesten daha güçlüyüz. Bizim hiçbir siyasetçiye, STK’cıya ya da uzmanlara ihtiyacımız yok sadece işçiler olarak dayanışma içinde olmaya ihtiyacımız var. Gelecek Kara Cuma günlerinden birçok farklı amazon deposunda bir araya gelmeye çalışıyoruz buraya da buradaki Amazon depo işçileri ve Amazon depolarında taşeron olarak çalıştırılan işçilerle de bir arada olabilmek için geldik. Birlikte mücadele edelim.”

Almanya’dan Rainer Reisinin – Komitee Member Amazon Workers International

“Buradaki Amazon işçilerinin Amazon’a karşı verdiği önemli mücadeleyi duyduk ve bu nedenle geldik. Çünkü bizim kavgamız sizin kavganız, sizin kavganız bizim kavgamızdır. Geçen hafta Brüksel’de, 16 farklı lokasyondan gelen Amazon işçileriyle birlikte gerçekleştirdiğimiz örgütlenme toplantımızdan bir mesaj getirdik; ‘Bizler ayrıyken patronlara yalvarıyoruz fakat bir araya geldiğimizde biz kazanıyoruz.’. Sizleri 25 Kasım’da gerçekleştireceğimiz ‘Amazon’a gücünü göster, Amazon’a ödet!’ kampanyamıza davet ediyoruz. Çünkü biliyoruz ki, mücadelelerimiz ortak ve birbirimizden öğrenecek çok şeyimiz var. 25 Kasım’da Amazon’un yaptığı türlü sömürü biçimlerine karşı toplumsal farkındalık oluşturabilmek adına birçok etkinlik yapılacak. Sizler de buradan bu küresel faaliyete dahil olursanız çok seviniriz. Aslında söylemek istediğimiz tek bir şey var; ‘Amazon’a ödet!’.

Fransa’dan Romuald Fontaine ve Sylvain Alias – Union syndicale Solidaires

“Türkiye’de çalışan Amazon işçisi arkadaşlarımızla bir arada olmak için buraya geldik. Diğer arkadaşlarımın da söylediği gibi sizleri 25 Kasım’daki küresel etkinliğe katılmaya davet ediyorum.”

Lila Kağıt Direnişçisi Mustafa Sertaş

“Nerede bir direniş çadırı görseniz nerede bir grev görürseniz mutlaka uğramanızı rica ediyoruz. Bir işçinin işinden edilmiş olması onun için çok büyük bir psikolojik kayıp. Oradan aldığı ücretle evine ekmek götürdüğünü unutmayın.”

Bir yılı aşkın süredir mücadele eden işlerinden atılsalar dahi pes etmeyen üçyüz günü aşkın süredir fabrika önünü, direniş çadırlarını terk etmeyen Lila Kağıt direnişçileri sonunda yetkiyi almalarına rağmen yasanın önlerine çıkaracağı yeni engellerin farkında olarak herkesi kendileri ile dayanışmaya davet etti.

Lila Kağıt Direnişçisi Mustafa Sertaş:

“Bizler hepinizin evlerinde kullandığı peçete, kağıt havlu gibi ürünlerin üretildiği bir fabrika olan Lila Kağıt fabrikasında çalışan işçileriz. 2021 Ağustos ayında çalıştığımız fabrikada örgütlenmeye başladık. Kendi aramızda bir komite oluşturduk sendika barajını aşmak için arkadaşlarımızı da sendikaya üye yapmaya başladık. Fakat her yerde olduğu gibi işveren bu durumdan haberdar olur olmaz benimle birlikte bu işe öncülük eden arkadaşlarımı işten çıkardı. Biz de dava açtık ve yerel mahkemede sendikal sebeple atıldığımız kanıtlanmış oldu sendikal tazminatlarımızı kazandık. Geçtiğimiz hafta da fabrikamızda çoğunluğu sağlayarak bakanlığa yetki başvurusunda bulunduk. Bu süreç başladığından beri yani 309 gündür kapıda direniş çadırımızdaydık. Biz mücadeleye başlarken sonuçlarını bilerek çıktık. İşten atılacağımızı da biliyorduk çünkü yasada birçok boşluk var. Önümüzdeki sürecin de zor geçeceğini biliyoruz çünkü yetki itirazı diye bir şey var hatta yetki itirazını bilinçli olarak yetkisiz mahkemelerden yapılıp sürecin daha da uzatılabileceğini biliyoruz. Mahkemelerin ne kadar uzun sürdüğünü biliyoruz. Ben işten atılalı 12 ay oldu daha üç ay önce anca yerel mahkeme sonuçlanabildi. Bu süreci bu şekilde işleterek işçileri korkutuyorlar. Ülkemiz çok geniş bir işçi havzasına sahip. Çorlu, Çerkezköy, Ergene havzasında işçiler kölelik koşullarında çalıştırılıyor. Gelişmiş bir yer gibi pazarlamaya çalışıyorlar ama Ergene Bölgesi’nde yaşayan insanların %75’i asgari ücret sınırında yaşamaya çalışıyor. Yani böyle bir düzende biz sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Kendilerini sosyalist olarak tanımlayan kurumların bizi ziyarete bile gelmediklerini biliyoruz. Petrol-İş, Tek Gıda-İş gibi Umutsen gibi sınırlı sayıda kurum ve sendika dışında yanımızda olan kimse yok. Yoldan geçerken durup da çadırımızı ziyaret eden en fazla 50 kişi olmuştur. Buna rağmen biz orada bir şeyleri söyleye söyleye bir kazanım elde edebildik. Bu kazanım da daha yolun başı. O yüzden bundan sonra da bizim sesimize ses olmanızı bekliyoruz. Nerede bir direniş çadırı görseniz nerede bir grev görürseniz mutlaka uğramanızı rica ediyoruz. Bir işçinin işinden edilmiş olması onun için çok büyük bir psikolojik kayıp. Oradan aldığı ücretle evine ekmek götürdüğünü unutmayın. Ufacık bir selam vermeniz bir merhaba demeniz bile onlar için çok büyük bir şey. Sizden ricam budur.”

Enerji-Sen Örgütlenme Uzmanı Ozan Erbaş

“Yasa yok, kanun yok, direniş var!”

Doğrudan grev yasağının bulunduğu enerji işkolunda yıllardır zaten fiili olarak mücadele etmekten başka yolu olmayan enerji işçileri adına konuşan Enerji-Sen örgütlenme uzmanı Ozan Erbaş da kendi sektörlerine özel yasal sınırları aktardı.

Enerji-Sen Örgütlenme Uzmanı Ozan Erbaş:

“Enerji işçilerinin sesi olduğunuz için hepinize teşekkür ederiz. Bizler kentleri aydınlatan, suyunu veren gazını veren elektriğini veren çok kritik bir sektörde çalışan enerji işçileriyiz. Çok tehlikeli bir iş kolunda çalışıyoruz. Her gün bir iş cinayetinin yaşandığı arkadaşlarımızın birer birer hayatını kaybettiği bir sektör bu. Bir de taşeron çalışma koşullarının olduğu bir düzenekte mücadele ediyoruz. Bu zorlukları aşabilmenin tek yolu mücadele etmek ve fiili bir direniş hattı kurmaktır. Çünkü bizim sektörümüzde 7/24 üretim yapıldığı için grev yasağı var. Bu yasağa rağmen 2015 yılında Fırat Aksa’da 64 gün boyunca iş durdurduk. O tabelanın üzerine ‘bu iş yerinde grev vardır’ yazımızı asabildik bu iradeyi gösterebildik. Bedaş’ta 384 gün boyunca bir tane porselen kontrol kalemi için mücadele ettik. 4.5 ay sayaç okuması yaptırmadık yine mücadele ederek kazandık. Yani bu yasaların önümüzü kestiğini, toplu iş sözleşmesi yapabilmemizin önünü kestiğini, grev yasaklarının önümüzü kestiğini, üretim gelen gücümüzü kullanmanın önümüzü kestiğini hepimiz biliyoruz. Yasanın tanıdığı haklarımızı kullanmakta bile güçlük çektiğimizi biliyoruz. Bu yasaları uygulatmak da çok zor. Ortada bir yasa varsa bunun bir de işleyişinin olması gerekiyor. İşleyişe dair bir şey yaptıramadığımız sürece de bizim söyleyebileceğimiz tek bir şey var; yasa yok, kanun yok, direniş var!

Migros Direnişçisi Sevda Kırca

“Direnen arkadaşlarımızın da neredeyse %80’i genç insanlardı. Ama hiç kimse tiyatrodan, sinemadan bahsetmiyordu. Hakkımız olduğu halde ne yazık ki Türkiye’de bunlar lüks olarak geçiyor. O kadar yaşama, barınma derdine düşmüştük ki bunları istemenin haddimiz olduğunu düşünmüyorduk bunlardan konuşmuyorduk bile.”

Esenyurt Migros depoda çalışırken DGD-SEN sendikasında örgütlenen hakları için depoyu zapt eden, Türkiye sermayesinin en büyük isimlerinden olan Tuncay Özilhan’ın kapısına dayanan, kendi gündemiyle kamuoyunun gündemini kuşatan fiili meşru militan mücadelenin ne demek olduğunu iki hafta boyunca bizlere bizzat gösteren Migros depo işçileri adına konuşan Sevda Kırca yaptığı konuşmayla hepimize bir kez daha umut oldu.

Migros Direnişçisi Sevda Kırca:

“Biz kapı önünde direnirken tek amacımız ekmekti, 4 liralık bir ekmek parası kadar zam alabilmekti derdimiz. Direnen arkadaşlarımızın da neredeyse %80’i genç insanlardı. Ama hiç kimse tiyatrodan, sinemadan bahsetmiyordu. Hakkımız olduğu halde ne yazık ki Türkiye’de bunlar lüks olarak geçiyor. O kadar yaşama, barınma derdine düşmüştük ki bunları istemenin haddimiz olduğunu düşünmüyorduk bunlardan konuşmuyorduk bile. Devrimin işçilerden doğacağını düşünüyorum ve umarım bu olur. Esenyurt bölgesinde çalışıyorum o sanayi bölgesinde oturuyorum. Orada yaşayan çalışan yaklaşık 200 bin işçi var. Bir gün Migros’ta veya bir başka fabrikada bir direniş ya da bir grev olduğunda o 200 bin işçinin de orada o kapının önünde olmasını istiyorum. 200 biniyle de dayanışmak isterim. Bugün hepimizin yaşadığı dertler hepimizin sorunları aynı aslında. Yaşamak istiyoruz. Onurluca yaşamak istiyoruz. Barınmak istiyoruz. Ben bugün çalıştığım depodaki ürünleri satın alabilmeyi istiyorum. 50-100 metrekare evlerde yaşamak istemiyorum. İyi bir eğitim istiyorum, iyi bir yaşam istiyorum. Okumak istiyorum, kitap okumak istiyorum mesela. Sinemaya gitmek istiyorum. Kültürel faaliyetlere katılabilmek istiyorum. Ama bunlar Türkiye’de hep lüks. İşçi çocuklarının hiçbiri bu söylediklerimi yapamıyor. Eğitim düzeyini sıfıra indiriyorlar. Biz Esenyurt’ta oturuyoruz ve yapabildiğimiz tek şey sabah 8 akşam 5 çalışmak. Bu bizi aptallaştırıyor, birbirimize düşürüyor. Bu direniş olana kadar ben böyle bir şey başarabileceğimizi düşünmüyordum. Fakat 257 kişi direndik biz orada ve bizi içeri aldılar, darp ettiler yine de yılmadık ve kazandık. Bugün bizden korkuyorlar. Bugün istiyorum ki maden işçisi de metal işçisi de direnerek yan yana durabilsin. Çünkü hepimizin dertleri, sorunları ve istediği şey aynı. Umarım gelecekte hepimiz el ele ve yan yana yürürüz.”

ETF Direnişçisi Tülay Akdemir

“Yasaları arkalarına alarak işçiyi sömürmek bu kadar kolay mıydı?”

ETF patronu Sanem Dikmen’in Temmuz ayında fabrikayı kapatma kararı aldı ve işçilerin haklarının yalnızca yüzde 40’ını ödeyeceğini söyledi. Deriteks Sendikası ile birlikte direnişe geçen, çoğunluğu kadın işçilerden oluşan ETF işçileri; fabrikanın içini ve dışını işgal etti, Sanem Dikmen’in evinin önünü eylem alanına çevirdi. 79 günlük mücadeleleri ile Dikmen’in tüm mallarına haciz konulmasını sağladı.

ETF Direnişçisi Tülay Akdemir:

“79 gün direndik. Patronumuz Sanem Dikmen Temmuz ayında fabrikayı kapatacağını söyledi. Genel Müdür bununla bir ilgimiz olmadığını, pandemi döneminden ötürü fabrikanın kapanacağı söylendi. Bize tüm haklarımızı alacağımız söylendi. Aynı gün 30 arkadaşımız işten çıkartıldı. Bunun aslına böyle olmadığını, patronun bizi sömürmek için bunu çok önceden planladığını öğrendik. Aslında alacaklarımızın bize sadece yüzde 40’ını teklif etti, gerisini kendisi gasp edecekti. Sonrasında bize gelen şuydu, işçiler üç gün daha çalışsınlar ve sonra bakacağız dediler. Ancak biz ona fırsat vermedik, aynı gün direnişe çıktık. 5 kere gözaltına alındık. Sabah 5 olduğunda sevkiyat olacağını duyunca elimiz ayağımız kesiliyordu. Bu kadar kolay mıydı? Yasaları arkalarına alarak işçiyi sömürmek bu kadar kolay mıydı? Direndik, sonunda Sanem Dikmen’in mallarına haciz geldi. Bizim için çok güzeldi ancak çok zordu.“

Forumun canlı yayını YouTube kanalımızdan izleyebilirsiniz:

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler