spot_img
spot_img
Ana SayfaKültür - SanatOyundan gösteriye, taraftardan müşteriye - Elif Çongur

Oyundan gösteriye, taraftardan müşteriye – Elif Çongur

Şimdilerde maça gitmek istiyorsun “Passolig” diyorlar, “İstemiyorum almayacağım” diyorsun, “Televizyondan seyredersin o zaman” diyorlar. E hadi Türkiye Ligi için ayırabiliyorsan ayırıyorsun parayı, gidip abone oluyorsun bir platforma… “İngiltere’de ne oluyor, İspanya Ligi’ne bakacağım, Şampiyonlar Ligi’ni seyredeceğim” diyorsan her biri için ayrı ayrı platformlarla, ayrı ayrı abonelik parası ödeyip satın aldığın dekoderlerle evi NASA’ya çevirmen gerekiyor

Hollandalı tarihçi Johan Huizinga, “Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme” adlı çalışmasında oyunun, her şeyden önce gönüllü bir eylem olduğunu söyler. Emirlere bağlı oyunun oyun olmayacağını, olsa olsa bir oyunun zorunlu temsili olabileceğini anlatır. “Oyun keyfe kederdir” der Huizinga, “Oyundan alınan zevk, oyunu ihtiyaç olarak hissettirdiği ölçüde oyunun gerekliliği emredici hale gelmektedir. Oyun her an ertelenebilir veya iptal edilebilir. Oyun, fiziksel bir ivedilik veya ahlâki bir ödev tarafından dayatılmış hiç değildir. Oyun bir görev değildir. ‘Boş zaman’ içinde gerçekleştirilmektedir. Oyun serbesttir, oyun özgürlüktür.

Huizinga, aynı çalışmasında “Spor aslında, oyunsal içeriğinin en iyi bölümlerini kaybetmiştir. Oyun daha ciddi hale gelmiş, oyunsal ruh hali giderek yok olmuştur” diyerek bana bu yazı için gollük bir pas atar. Çünkü futbolun bir endüstriye dönüşme hikâyesi oyunsallığını kaybetme hikâyesidir. Şöyle de diyebiliriz, futbolun gelişim hikâyesi bir elden alma hikâyesidir. Yüzlerce kişinin aynı anda, boş vakitlerinde, boş arsalarda, boş boş, keyfe keder, gevşek kurallarla, bağıra çağıra, kafa göz yara yara, özgürce oynadıkları bir oyunun kapitalizm tarafından elimizden alınmasının hikâyesi.

Kapitalizm önce futbolun mekânını alır elinden, oyun olan futbol, önce mekânını kaybeder. Kapitalizmin tarif ettiği yeni ilişkilerle birlikte eskiden top tepilen arsalar, etrafına çiti çevirip “benim” diyenin toprağıdır artık. Futbol, hemen arkasından şehirlerdeki işgücü ihtiyacını karşılamaya giden oyuncusunu kaybeder. Çok ağır çalışma koşulları, kapitalizmin zaman ve mekân tarifi topu patlatır, kaleleri dağıtır, oyunu bozar. Özet şu biçimde yapılabilir; kapitalizm gelir ve “Oyun bitti” der.

Ama kapitalizm elbette, kurallarını kendisinin belirleyeceği bir oyuna hayır demeyecektir. Tıpkı Brecht’in “Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Düşüşü” oyununda anlattığı gibi, bedeli ödendiği sürece her şeyin serbest olduğu bir zevk endüstrisi inşa eder gibi dizayn eder zaman içinde futbolu. Sonrası yavaş yavaş modern futbol, sonrası giderek endüstriyel futbol. Oyunun sonu. Gösteri çağı. Müşteri olmak. Sponsorlar. Biletler. Reklam. Profesyonellik. İştah açan bir pazar. Şok transferler. Şirketler. Ticaret. Bütçe. Yayın ihalesi. Kulüpleri ele geçiren iş dünyası. Yıldız oyuncular. Piyasa. Borsa. Marka değeri. Lisanslı ürün. Para. Para. Para.

Ben sokakta top oynamanın gerçeği ile Susam Sokağı’nın gerçeği arasına sıkışmış bir kuşaktanım. Sokakta futbol oynamak, terli terli su içmek, üstüne bir de Meybuz yemek isteyen ama hayatın ısrarla eve tıkmak istediği, Edi ile Büdü’nün eve, televizyon başına çağırdığı bir kuşaktan. Evvelce de bir yazımda söylemiştim, aslında bir akşamüstü uyarıyı çakmıştı bize Susam Sokağı. “Arada kaldım, tam arada, başıma gelen en acıklı durumdur bu” şarkısını duyduğumuzda, bizim kuşağın lanetinin arada kalmak olduğunu anlamalıydık, anlamadık. Tarihin en acayip yerine doğmuştuk sanki. Cehennemi yaşamamıştık ama bitmeyen bir arafa mahkûm edilmiştik sanki. 12 Eylül’ü görmüştük, daha da iflah olmayacaktık sanki. Öyle arada kaldık sonra hep. Sokakla televizyon arasında, Temel Reis’le ıspanak arasında, okulla spor arasında, sporla doping arasında, Dempsey ile Makepeace arasında. Arkası çorap söküğü gibi geldi. “Meybuz’da boya var” dediler, “Verdiğim ödevler yarına bitecek, yazın oynarsınız çocuğum sokakta” dediler, “Kızım senin annen baban bi şey demiyo mu oğlanlarla maç yapmana?” dediler. Zaten Büdü, eve, televizyon başına çağırıyordu. Edi biraz daha çakaldı sanki “Çıkın oynayın sokakta” der gibiydi. Ya, biz Edi ile Büdü arasında bile kaldık. Ama en çok futbolla endüstrisi arasında kaldık. Televizyon siyah-beyazdı, sadece bazen bir iki saatliğine renkleniyordu. 1982 Dünya Kupası’nın kompil rengârenk yayımlaması sayesinde eve alınan renkli televizyondan giriş yaptık futbol endüstrisine. Bir daha da o aradan çıkamadık. Futbol sevmek hep arada kalmak demek zaten kimileri için. Aşk ve akıl arasında kalmak. Oyunla gerçek arasında kalmak. Sokakla ev arasında kalmak. Olimpiyat ve Dünya Kupaları’nda spor aşkımızla düzenleyici ülkelerin yoksul halklarının isyanları arasına sıkışıp kalmak. “Arada kaldım, tam arada, başıma gelen en acıklı durumdur bu” şarkısını duyduğumuzda, bizim kuşağın lanetinin arada kalmak olduğunu anlamalıydık. Edi’yi dinleyip sokağa çıkmalıydık.

O kadar uzağa gitmeyelim, bugüne gelelim. Gerçi uzak filan değil, benim çocukluğum ne kadar uzak olabilir aşk olsun. Şimdilerde maça gitmek istiyorsun “Passolig” diyorlar, “İstemiyorum almayacağım” diyorsun, “Televizyondan seyredersin o zaman” diyorlar. E hadi Türkiye Ligi için ayırabiliyorsan ayırıyorsun parayı, gidip abone oluyorsun bir platforma, ayıramıyorsan dışarıda izlemeye kalkıyorsun. Bakın gençliğini batakhane kılıklı yerlerde maç seyretmekle soldurmuş biriyim ben, hesabım net: Eskiden ilk yarı; bir çay iki tost, ikinci yarı, iki çay içerek seyredebiliyorduk maçları. Şimdi maç yayını yapan mekânlar maç izlemek için ayrıca para talep ediyorlar. “Bu ne?” diyorsun “Abla mecburuz, kurtarmıyor” diyorlar. Koskoca adamların bana “abla” demesi konusunda bir başka yazıda ağlak yapacağım hatırlatın. E eve alayım bari diyorsun, bu sefer sadece Türkiye Ligi’ne mahkûmsun. “İngiltere’de ne oluyor, İspanya Ligi’ne bakacağım, Şampiyonlar Ligi’ni seyredeceğim” diyorsan her biri için ayrı ayrı platformlarla, ayrı ayrı abonelik parası ödeyip satın aldığın dekoderlerle evi NASA’ya çevirmen gerekiyor. Basketbolu filan saymıyorum bile.

Şimdi mesele şu. Yukarıda anlatmaya çabaladığım gibi futbolda oyunsuluğun endüstriyel futbolla birlikte kapandığını elbette biliyoruz. Kapitalizmin, futbolu piyasa ilişkilerinin tam ortasında oturduğunu, gösteri çağının, futbolu zevk endüstrisinin santrasına koyduğunu elbette görüyoruz. Ve fakat oyun bizim. Ve fakat seviyoruz. Ve fakat içinde insan var. Futbolun içinde önünde arkasında yanında insan var.

Demek ki umut var. Futbol her şeye rağmen piyasa mantığına karşı her zaman sürprizlere gebe. Örgütlü ve vicdanlı taraftar var. O taraftarın kolektivite fikri var. Önce aynı takımı tutmaktan gelen bir yan yana duruşun zamanla bir tür kamusal alan tarif etmesi var. Her ne olursa olsun, öyle kapitalizm “bitti” deyince bitmeyen bir oyunsu güç var futbolun özünde.

O öze güvenerek başka bir futbolun olanaklarının peşinde koşmak, oyun kültüründen vazgeçmemek, pompalanan nefret diline yenik düşmemek gerekiyor. Ben öyle yapıyorum.

Elif Çongur

Birgün

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler