spot_img
spot_img
Ana SayfaGüncelNimet olmayan nisyan ve örgütlü hatırlama: Yasın politikleşmesi – Elif Sandal Önal

Nimet olmayan nisyan ve örgütlü hatırlama: Yasın politikleşmesi – Elif Sandal Önal

Bu toprakların tanık olduğu en büyük katliamlardan biri olan 10 Ekim’in ikinci yılına yaklaşırken, baskının şiddeti sabit, şekli değişirken; devlet yeni bir toplumsal bellek inşasına girişti. Bu sistematik yok etme politikalarına karşı ses çıkarmanın ve hesap sormanın en öncelikli yolu nisyana direnmek, iktidarların unutturmaya çalıştıklarını hatırlamak ve zihinde canlı tutmak, yasları kolektifleştirmek ve politikleştirmekten geçiyor.

“Bellek toplumsal bir inşa”, hatırlama ve unutmanın bilgisi üzerine çalışan çoğu sosyal bilimcinin kabulüdür. Üzerine çokça konuşulmuş olan birey-toplum ilişkisinin bağlamı içerisinde, toplumsal bellek de bireylerin hatırladıklarının veya unuttuklarının basit bir toplamından ibaret olmaz. Bu inşa, bir üretim-yeniden üretim, yıkma/bozma-yeniden yapma süreci olarak, bireysel nörolojik ve bilişsel mekanizmaların ötesinde bir ‘çokluk’ konusudur. Bu hali ile toplumsal belleği bilindik azınlık-çoğunluk, hiyerarşi, tahakküm ve direniş kavramlarından bağımsız ele almak neredeyse imkânsızdır. Bir ulusun parçası olmak, aynı zamanda büyük bir tarihsel anlatıyı paylaşanlardan biri olmaktır. Ulus kimlik esasında büyük bir hikâyenin görkemli cildidir; taşıyıcılarının kim olduğunu, nereden gelip nereye gitmeleri gerektiğini anlatan, ‘neden’leri kurgulayan, anlam vermeyi sağlayan, kahramanları, iyileri, efsaneleri içeren koca bir hikâyenin. Her hikâyenin bir başlangıcı yok mu? Ulus hikâyesinin başlangıçlarında da sınırların ekseriyetle kanla çizildiğini gösteren destansı savaşlar, büyük kahramanlar, zaferler ve en çok da adil biçimde üstesinden gelinen hainler, kötüler, zayıflar, arta kalanlar; ötekiler. Bu başlangıç, ulus kimliği sahiplenenlerin bellek içeriğini de belirler.

Görkemli hatıra, makbul nisyan

Kahraman ulus hikâyesi kötülere karşı kazandığı savaşlarla başlarken, sessizce yazılan başka hakikatleri de oluşturur. Burada yalnızca ışığa tuttuğunuzda görünebilen solgun yazılarla yazılmış kimi öyküler vardır; içinde pek fazla kahraman barındırmayan ama başlangıcında da sonunda da adaletsizliği, haksızlığı, eşitsizliği bol öyküler. Hatırlanacak ve unutulacak olanın eşiği, kimliklerin içeriğinde, güç ve tahakkümde, yüksek sesle okunan resmi tarihle sesi kısılmış hakikatlerin arasında bulunur. Sesi kısılmış öyküler, toplumsal belleğin en az hatırlama kadar önemli olan diğer fonksiyonunu, unutmanın inşasını incelemeyi zorunlu kılar. Nisyan; seçici, çoğu zaman bilinçli işler ve -kimi kaynaklara göre- kişileri ve grupları kötü hatıraların olumsuz etkilerinden kurtararak ulus kimliği korur. Nisyanı çoğunlukla unutulması gerekenin olumsuz içeriği nimet haline getirir. Toplumsal ilişkiler ağında, tarihin güçlü olanın hikâyesini yazdığı toplumlar için, bu gereklilik benliği koruyucu bir motivasyonla değil, güç ilişkilerince betimlenen kimlik inşa süreçleri tarafından belirlenir. Yani, yas hiyerarşisi ve bunu temel alan seçicilik[1], neyin unutulması gerektiğini belirler.

Her ulus hikâyesinde olduğu gibi Anadolu coğrafyasının sessiz öykülerinin de bir başlangıcı var. Bu öykülerin ilki önce unutmanın, yetmediğinde de inkârın ve hayatta kalan nesle eylemli nefretin harekete geçirildiği Ermeni Soykırımı’dır. Bu unutturma ve inkâr aynı zamanda Ermenilerin yaşamlarındaki en büyük ortak yası görmezden gelir. Hem yası hem de soykırımı ulus kimliğin korunması adına nisyan külliyatına ekleyen güç, toplumsal belleğe tehcir anlatısını yerleştirerek öyküyü sessizleştirir ve sorumluluğun ağırlığını bellekten uzaklaştırır[2]. Ulus kimlikler ortaya çıktıkları yerde tekleştirici bir güç olarak toplumsal belleğin içeriğini dolduracak anlatıların üretilmesini sağlar. Bu esnada azınlığa, farklı olana, karşı çıkana yönelik tahakküm ve nefret devam ettiğinden yeni sessiz hikâyeler yazılmaya ve toplumsal belleğin içeriği yeniden inşa ediledurur.

Bazen de unutma söz konusu olaydaki hakikatleri örtecek yeni kavramsallaştırmalarla sağlanır. 1938 Dersim Tertelesi, yüzlerce sivilin öldürüldüğü büyük bir katliam değil, “bir isyanın bastırılması”dır örneğin. Toplumsal bellek Dersim için tutulan yası, 1915’te olduğu gibi nisyan külliyatına ekler ve yerine yerleştirdiği gerici isyan anlatısı ile bu öykünün de sessiz kalmasını sağlar. Her iki tarih için hakikatin unutulması makbuldür, zira hakikatin yerini resmi tarih anlatıları almış ve bunların hatırlanması/anılması ihanetle eşdeğer hale gelmiş. Tahakküm kuranın olaylardaki sorumluluğunu ortadan kaldıran bu makbul unutmalar, hatırlayanların seslerinin kesilmesinin “birliği ve güvenliği sağlayan, tehdidi ortadan kaldıran” bir önlem olarak uygulanmasını sıradanlaştırır.

6-7 Eylül 1955 de, yukarıdakiler gibi kurbanları ”biz”den olmayan bir vakıa olarak, üzerine konuşulmayan, yok sayılan, böylece unutma eşiğinin ötesinde yer alması beklenenlerdendir. Bu kez yukarıdakiler gibi kurbanların suçlanmalarını sağlayan anlatıların yerini, 1960 darbesi ile sorumluluğu birkaç siyasetçiye yükleyen anlatı alır ve olayları gerçekleştiren örgütlü tahakküm mekanizması gizlenir. Olayın ardından tutulan yas da sessizdir. Sessizleştirme ve unutturma, 1968’den itibaren daha çok sınıfsal taleplerle ortaya çıkan muhalefetin payına, azınlıklarda olduğu gibi yine şiddet düşerken bu kesimlerin bir hak arama mücadelesinde bir araya gelmesini engelleyen faktörlerdendir.

Politikleşen taleplerin ve yasların ışığında 10 Ekim Katliamı’nın bellekte tutunması

1 Mayıs 1977 bu topraklarda sınıfsal adalet talebinin en kalabalık hali ile en yüksek sesten haykırıldığı milat olarak hatırlanacakken, devlet şiddetinin o dönemdeki en kanlı vakası olarak kayda geçer. Dönem artık kimliklerin politikleştiği, ortak mağduriyet, haksızlık ve acıların dillendirildiği talepleri içerirken böylesi bir kolektifleşmenin meşru(!) şiddetle bastırılması esasında tahakkümün doğasına oldukça uygundur. 34 kişinin öldürüldüğü olayda kalabalığın üzerine ateş açanlar hiç bulun(a)maz ve hakikat bu kez hukuktan devşirme zamanaşımı yöntemiyle unutturulmaya zorlanır.

12 Eylül sonrasının sıradanlaşan devlet baskısı ve 1990’larda Kürt Hareketi özelinde yoğunlaşan bireysel yıkım çabalarına en örgütlü karşı çıkışı gerçekleştiren Cumartesi Anneleri/İnsanları, tahakkümün toplumsal belleğin nisyan külliyatına katmaya çalıştıklarını, devletin kaybettiği çocukları için tam 22 yıldır bir araya gelerek hatırlatırlar. Annelerin tuttuğu yas artık bireysel değil kolektiftir ve eşlik eden adalet talepleriyle politikleşmiştir. Ulus kimlik anlatılarının çerçevesinde yası tutulmayacak ve unutulması makbul olanlar, artık uğradıkları felaketlerin faillerinden hesap sorularak anılıyor ve böylece bellekteki yerlerini alır.

Şimdi bu toprakların tanık olduğu en büyük katliamlardan biri olan 10 Ekim’in ikinci yılına yaklaşırken, baskının şiddeti sabit, şekli değişirken; devlet yeni bir toplumsal bellek inşasına girişti. 10 Ekim’de Barış çağrısı ile bir araya gelen ve katledilen 102 kişi, tıpkı aynı yıl Suruç’taki patlamada öldürülen 33 düş yolcusu gibi devletin inşa ettiği toplumsal bellekte unutma eşiğinin ötesine geçmesi makbul olanlardır. İktidarın arzusu gidenlerin ardındaki yasları bireyselleştirmek ve öyküleri sessizleştirmektir. 10 Ekim’de bir araya gelenler, tahakkümün nezdinde mak(b)ul olmayanın yani barışın çağrısını yapmışlardır ve tam bundan katliamın hesabının sorulması süreci başta olmak üzere onları hatırlatan her mekanizma yok sayılmıştır.

10 Ekim’deki çağrı, Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de katledilen siviller için, ülkenin dört bir tarafında patlayan bombalarda yitirilen canlar için, uğradıkları haksızlığa halk adına ses çıkarmak için açlığa yatan Nuriye ve Semih için, yaşadığı toprağa gömülmesine dahi tahammül edilemeyen Hatun Tuğluk için, adaletin tecellisini göremeden hayatını kaybeden Güzel Ana için “UNUTMAYIN” çağrısıdır.

Yaşanan bunca acının ardından tutulacak matem adalet talebi ile birleşmedikçe tahakkümün inşa ettiği toplumsal bellek yitirilenleri, haksızlıkları, eşitsizlikleri unutturacak. 10 Ekim Katliamı başta olmak üzere bu sistematik yok etme politikalarına karşı ses çıkarmanın ve hesap sormanın en öncelikli yolu doğal olarak nisyana direnmek, iktidarların unutturmaya çalıştıklarını hatırlamak ve zihinde canlı tutmak, yasları kolektifleştirmek ve politikleştirmekten geçiyor.


[1]Butler, J. (2005). Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü. Çev. Başak Ertür. İstanbul: Metis
[2]Bkz. Bilali, R. (2013). National narrative and social psychological influences in Turks’ denial of the mass killings of Armenians as genocide. Journal of Social Issues, 69(1), 16-33

 

Bu yazı Mukavemet Dergisi’nin Ekim sayısında yayımlanmıştır.
spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler