spot_img
spot_img
Ana SayfaTeoriNeoliberal Hegemonyanın Yeni Meşruiyet Kaynağı Olarak Küresel Kamu Malları Söylemi - Akın...

Neoliberal Hegemonyanın Yeni Meşruiyet Kaynağı Olarak Küresel Kamu Malları Söylemi – Akın Emre Pilgir

Küresel kamu malları literatürü, 1990’lardan başlayıp günümüze dek etkisini sürekli arttırarak sürdüren, gerek uluslararası ilişkiler gerekse kamu maliyesi gibi disiplinlerde, Sovyet Sisteminin çöküşünden itibaren artan küresel sorunların kabulü ve çözüm arayışı çerçevesinde son derece etkili olmuş bir çalışma sahası. Kaul, Mendoza, Conceicao ve Sandler gibi akademisyenlerin (ve kamu maliyecilerinin) öncülüğünde, klasik liberal ekonomik görüşlerin ve kamu maliyesi ile ilgili çalışmaların retorik söylemleri ve kuramsal varsayımları üzerinde şekillenmiş, uluslararası hukuk ve işbirliği konularında sürekli göz önünde tutulan bu literatür, kuşkusuz, başlattığı önemli bir tartışma ekseniyle birçok eleştiriyi de üzerine çekmiş durumda. Nitekim bu literatürün kavramsal eksikliklerine, analiz çerçevesinin taşıdığı kusurlara, ideolojik ve politik yansımalarıyla ilgili olarak, gerek yöntemsel gerekse analitik birçok eleştirinin yöneltildiği söylenebilir. Bu makalede bu çalışmayla önemli eleştiri noktaları kısaca (ve mümkün oldukça analitik bir şekilde) sunulduktan sonra, eldeki literatürün bahsi geçen ipuçları doğrultusunda felsefi bir sorgulaması yapılmaya çalışılmaktadır. Bu sorgulamanın bir yanında Immanuel Kant’ın temellerini attığı ve Rawls’ın geliştirdiği evrensel etik felsefesi bulunurken, diğer yanda hegemonya kavramıyla geliştirilmiş ancak realist görüşlerden son derece uzak tarihsel materyalist eleştiri bulunmaktadır. Bu iki felsefe geleneğinin bütünüyle mercek altına alınmasından ziyade, bu düşünsel gelenekler yoluyla eldeki kavrama dair felsefi-eleştirel bir hattın nasıl kurulabileceğine dair bir tartışma başlangıcı (kavramsallaştırma veya mistifikasyondan arındırma) çabası taşınmaktadır.

Bugün neoliberal kamu maliyecileri arasında bu mevzu üzerinde en çok duranlardan biri olan Kaul, literatüre getirdiği eklemelerden ötürü son derece önemli ve kuşkusuz, bu literatüre getirilen eleştirilerin veya literatür içindeki çıkmazların üzerinde durulduğunun göstergesi. Kaul her zamanki gibi klasik ekonomik teorinin aksiyomlarından hareketle, kamusal malların yeterince tedarik edilememe eğiliminde olduğunu, çünkü bireylerin bedavacı davranışlar göstereceğini söyleyerek işe koyulmakta. Ancak bu sefer sorduğu şu soruyla geniş bir kavramlar yelpazesini, temsilcisi olduğu literatüre dahil ediyor: Bedavacı davranışlar bu sorunu tümüyle açıklayabilir mi? Bu noktada neoliberal iktisat teorilerinin eksiklikleri üstü örtük bir şekilde kabul edilmekte olup şu sorunlar ele alınmakta. Ulusal ve küresel kamu mallarının nitelikleri arasındaki farkılıklar, tedariği belli koşullarda engelleyen faktörler ve mevcut politika üretme mekanizmaları.

Kaul’ün bu derinleştirme çabası içerisinde önemli unsurlardan biri, kamusal mallara ilişkin aynı kavramsal unsurlar terk edilmemesine rağmen (rekabet olmaması ve dışta bırakmama), kamu mallarının toplumsal inşa süreçleri ile politik tercihlerin sonucu olduğunun kabulüdür. Kamusallık niteliğindeki geçicilik ya da değişkenlik (potansiyel kamusallık ile fiili kamusallık) literatüre bağlamından kopuk da olsa, mülkiyet ilişkilerini, toplumsal ilişkileri ve siyasi yapıları getirmekte. Ancak eleştiriler de görüleceği gibi tüm bu hususlar klasik ekonomik görüşlerin retoriği altında, maddi gerçekliklerden ve bunlarla ilgili karmaşık örüntülerden kopuk bir şekilde sunulmakta. Adeta kavramlar yoluyla gerçeklik inşa edilmekte, gerçeklikten hareketle kavramlar sınanmamakta veya kurulmamakta.

Diğer yandan küresel kamu mallarının tedariğinde politik süreçlerle operasyonel süreçlerin beraber dahil edilmesi, Sandlers’in tedarik teknikleriyle sınırlı analizinin üzerine çıkan, bir kez daha farklı okuma biçimlerini modifiye eden bir yaklaşım. Öyle ki Kaul’ün çizdiği tablolarda, zor ve baskı (yani ikna etme ve dayatma) mekanikleri göz önünde tutulmuş halde. Yine de eleştirilerde görüleceği gibi devletler pluralist bir bakış açısıyla ele alınmakta, sivil toplum kuruluşları ve uluslararası örgütlerle eşit bir aktör olarak ele alınmaktadır. Bu eşitliğin tek istisnası ise etkinliği merkeze alan bir literatürün etkisiyle devletin yaptırım gücü yahut zor gücü olmakta.

Kamu mallarının tedariki ile ilgili sorunların ele alınış biçiminde de, modifiye edilen ek kavramların ve okumaların ait olduğu tartışmalardan koparıldığına tanık olunmaktadır. Örneğin politik pazar başarısızlığı tarif edilirken, bu başarısızlık uluslararası sistemde devletler gibi bedavacılığı engelleyen kurumların yokluğuna bağlanmaktadır. Ancak Kaul realist görüşlerin eleştirilerinden de beslenmektedir. Tek kutupluluk veya oligarşik yapıların etkilerini dikkate alması, bilgi asimetrisi ve güç politikalarından bahsetmesi bu realist kategorilerin eklektik bir şekilde ele alındığını göstermektedir. Ancak unutulmaması gereken şey tüm bunların tedarik sorunuyla eşleştirilmesinden kaynaklı bir kavramsal tutarsızlığın varlığıdır. Dolayısıyla açık ve belirgin yararların belirtilmesiyle gönüllü işbirliğinin kurulacağını öngörmesi böyle bir düşüncenin ürünüdür. Oysa devletler arasındaki aktörlerin işbirliği ve çatışma davranışları üzerine, pluralist liberal görüşlerle hiçbir paralellik taşımayan realist teoriler de vardır.

Tedarikle ilgili sorunlar arsında esnek olmayan yönetim yapılarının eleştirisi,  bedavacılığa karşı devlet müdahalesinin doğrudan önerilmesi karşısında bir kontrol mekanizması olarak konumlandırılmış durumda. Çünkü çizdiği tablolarda da görüldüğü gibi taleplerin ve sorunların tek tek özel hususları ve çıkar gruplarıyla tartışılması gerekliliği sürekli vurgulanmakta. Bu noktada Kaul’ün sorumlu egemenlik ve küresel açıklık teorileri arasındaki teorik tartışmaları sunmuş olması da önem taşımakta. Son olarak küresel normlar ve ilkeler arasındaki çatışmalar sonucu oluşan tutarsızlıkların yaratacağı tedarik problemlerine de değinen Kaul, sorunların aşılması için adem-i merkeziyetçi, bölgesel ve işbirlikçi çözümler önermektedir

Kaul’ün eldeki literatürü rafine etme çabası içinde realist yaklaşımların kurama daha yakından dahil edildiğini görmekteyiz. Bu birbirinden farklı teorik kavramsallaştırmalara sahip iki yaklaşımın nasıl bağdaştığı Coussy’nin eleştirisine başlarken değindiği temel unsurlardan biri. Ona göre devletin kamu üzerindeki kontrolünün azalmasını savunan liberal görüş ile ulus devletin tekrar gücünü restore etmesi gerektiğini belirten realist görüş devletler arasındaki karşılıklı bağımlılıklar ve kendi çıkarları doğrultusunda işbirliğine gitmeleri hususunda birleşmekte. Diğer yandan küresel kamu malları literatürünün bu şekilde tekrar ortaya çıkması aslında, devlet veya devlet benzeri aktörlerin kamusal alana müdahale etmelerinin yeniden meşrulaştırılmasıdır.

Coussy’nin bu literatüre ilişkin eleştirisinin temel odağında ise neoklasik teoriye yapılan atıfların retorik bir amaç doğrultusunda yapılması, bu teorinin kapsamı dışında kullanılarak ideolojik bir muhtevada kullanılması yatmaktadır. Bu doğrultuda Coussy, literatüre karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin, toplumsal aktörlerde yaşanan tarihsel değişimlerin ve sosyo-politik etmenlerin girdiğini belirttikten sonra, küresel kamu mallarının uluslararası ilişkiler ve hukukta kamu yönetimi teorilerine yönelik bir talebin sonucu olduğunu söylemekte. Bu kavramsal kategorinin ağırlık kazanmasında, neoliberal politikalara yöneltilen tepki, diğer bir deyişle bu politikaların pazardaki başarısızlıkları engelleyememesi sonucunda kamu ekonomisine ilişkin teorilerin önem kazanması yatmaktadır. Coussy eksik tedarik ve etkinsizlik sorunlarının ön plana çıkarılarak devletin zorlayıcı araçlarının tekrar meşrulaştırıldığına da dikkat çekmektedir. Adeta Hirschman’ın çıkışsızlık ortamı içerisinde aktörlerin zorunlu olarak bu zorlayıcı ve ikna edici araçların yeniden üretilmesine yönelik bir ortam tahayyül edilmektedir.

Ancak Coussy’nin en önemli eleştirileri, küresel kamu malları kavramının oluşturulmasında yatan sorunlardır. Bunlardan ilki aktörlerin rasyonel, kendi çıkarlarını düşünen bireysel yapılar olduğu varsayımıdır. Bu varsayımla bu malların idealist, etik, kolektif ve sembolik motivasyonlarla üretilebileceği düşüncesi kenara atılmaktadır. Diğer bir varsayım da bu malların tedariki için gereken toplam maliyetin ‘küresel vergiler’ yoluyla finanse edilebileceğidir. Bu durumda da toplumsal kaynak dağılımı veya özelleştirmelerle ilgili sorunlar ve tartışmalar göz ardı edilmektedir. Bunda Pareto’nun dağıtım meselesini (her ne kadar teorinin kendisinde dağıtım üzerindeki mutabakatla bu etkinlik sağlansa da) etkinlik meselesinden ayırıp, insani değerlerden bağımsız ve ölçülebilir bir kavramsallaştırma yapması büyük rol oynamaktadır.

Eleştirisinin geneline bakıldığında, Coussy neoliberal iktisat teorilerinin kapsamı dışında kalan teorik birikimi davet etmesine rağmen, literatürün neden hala bu çerçeve içinden aktarıldığını sorgulamaktadır. Neoliberal retorik olarak aktardığı küresel kamu malları söylemi içerisinde, liberal ve realist teoriler kendi çıkarının peşinde giden aktörler kavramıyla paralelleştirilmektedir. Diğer yandan işbirliği bedavacı davranışları ortadan kaldıramayacağından zorlayıcı kurumlara ihtiyaç duyulmaktadır. Yani bu retorikten hareketle, neoliberal kuramın içindeki etkinlik sorunu, onun dışında yatan uluslararası eylemlerle (devletlerin zor ve ikna gücü) ilişkilenmekte ve böylelikle bir meşrulaştırma ilişkisi kurulmaktadır. Böyle bir durumda, küresel kamu mallarının tercihlere göre genişletilmesi (örn. Pazar serbestliği, mali istikrar, güvenlik gibi), bu ‘malların’ tabi olduğu önemli tartışmaları ve kuramsal çabaları kasıtlı olarak dışarıda bırakmaktadır. Diğer yandan kurumların ve aktörlerin tercihleriyle yönelimlerine göre yeni kamusal malların tanınması, bu aktörlerin güç ilişkileri ve hegemonik konumlarıyla da yakından ilişkilidir. Örneğin küresel kamu mallarının tedariğinde, bu durumdan kaynaklanan asimetri ve fazla üretimin bir örneği ABD’nin tüm dünyayı kuşatan savunma harcamalarında görülmektedir.

Lony ile Woolley’in ortak eleştirisine bakıldığında kavramın içerisindeki soyutlamaların kusurları ve tutarsızlıklarına ilişkin daha derinlikli bir analizle karşı karşıya gelmekteyiz. Yukarıda Kaul’ün yazdıkları ele alınırken de belirtilen önemli bir eleştiri noktası ile kavramın net bir şekilde tanımlanmasına duyulan ihtiyaç, bu iki düşünürün başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Onlara göre, kamusal mallar kavramını uluslararası seviyeye taşıma girişimi, geniş yelpazeden bir kuramsal yazının modifiye edilerek ekonomik tanımlamaların genişletilmesini beraberinde getirmektedir; ancak bu kavramın açıklayıcı gücünü karmaşıklaştırmakta, yanlış anlaşılmalara yol açmakta veya gerçekliği mistifikasyona tabi tutmaktadır.

Lony ile Woolley’in dikkat çektiği ilk unsur kavramdaki soyutlama sorunudur. Küresel kamu malları sadece oldukları şeye bakılarak tanımlanmakta, yani bir kavramla soyutlanmış bazı genel özelliklerle gerçeklik inceleme altına alınmaktadır. Soyutlamanın kendisinde elbette bir sorun yoktur ancak bünyesine dâhil ettiği farklı kategorilerle modifiye edildikçe, bu kategorilerle ilgili ideolojik-teorik tartışmalar bir kenara atılır hale gelmektedir. Örnek olarak özel askeri firmalar, küresel kamu malları çerçevesinde barış koruma hizmetleri sunan güvenlik yönetişiminin bir parçası ve barış malının üreticisi olarak görülebilir. Oysa böyle bir görüş bu firmalara dair hukuki, politik, toplumsal ve ekonomik birçok farklı tartışma konusunun kategorinin saflığı uğruna kenara atılması demektir. Kısaca bu kavram kendi kendisini tanımlayan saf kategoriler yarattığı ölçüde, iktidar ve dağıtım gibi önemli hususların üzerini örtmektedir.

Kavramın taşıdığı bir sorunu da içerisinde bir dizi tutarsızlığın yatmasıdır. Bu düşünürlere göre bu tutarsızlıklardan ilki, kamusal malların doğrudan özel malların karşıtı olarak tanımlanması; ikincisi ise birbiriyle çok uzaktan ilişkili olan rakip olmama ve dışlamama özelliklerinin birleştirilmesidir. Felsefi eleştiri noktaları vurgulanırken değinileceği gibi, üst soyutlama derecesinde üretilen kavramlar bilimsel sorgulamalar için tamamen yararsız değildir. Ancak bu tür kavramlar kurulurken felsefi bir düşünsel rota izlenerek maddi gerçekliğe ilişkin bağları tutarlı bir şekilde kurulmak zorundadır. Örneğin Newtoncu fizikteki hız=mesafe/zaman veya Kantçı felsefede etik değerlerin evrenselliği ve yönetime olan etkileri bu türden kavramsallaştırmalardır. Ancak bu tür kavramlar yeni sınama ve karşılaştırma olanaklarına açıktır. Oysa küresel kamu malları kategorisine eklenen diğer kavramsal unsurlar salt eklektik bir ilişki içinde yer almaktadırlar. Bu tür sorunlardan kaçınmak için Lony ile Woolley’in önerdiği şey bu kategorinin alt unsurlarını ayrı ayrı incelemek, bu amaçla da dışsallık teorilerine, kulüp malları analizine, doğal tekeller veya bilgi ekonomisine ilişkin teorilere bakmaktır.

Temel eleştiri noktalarına genel olarak bakıldığında ideolojik bir bulanıklaştırma çabası ile farklı kategorik-kuramsal yapıların eklektik bir şekilde kavrama dâhil edilmesi en önemli sorunlar arasında görülmektedir. Bu noktada Moore’un küresel kamu mallarını üçüncü dünya ülkeleri ve diğerleri arasındaki politik-ekonomik-sosyal eşitsizlikler, ilkel birikim, dağılım ve ekonomik gelişme tartışmalarıyla incelemesi bu iki sorunun aşılmasında oldukça yararlıdır. Dahası bu kategorilere maddi gerçekliğin dinamizmi, değişkenliği ve altüst oluşları üzerinden bakarak, herhangi bir kavramsal kemikleşmenin gerçekleşmesini de engeller niteliktedir.

Moore küresel kamu mallarına ilişkin eleştirisini doğrudan ilkel birikim olgusundan hareketle yöneltmektedir. Küresel kamusal otoritelerin rehberliğinde kamusal bir birikim hedeflendiği için böyle bir kavramın ortaya çıkıp devlet müdahalesini meşrulaştırdığını belirtmektedir. Kalkınma ve güvenlik gibi hususların küresel kamu olma niteliği, Carr’ın da belirttiği gibi yerleşik çıkarların bir bütün olarak sistemsel unsurlar olduğu gözleminden hareketle, ne hegemonya ne de birikim/dağılım sorunundan koparılabilir. Moore’ın ekonomik eleştirisinde ise, devlet hem bu birikimi devam ettirmek hem de yarattığı yıkıcı sonuçları bir nebze hafifletmek gibi çelişkili bir görevle karşı karşıya kaldığından, uluslararası ilişkiler ve ekonomide sırasıyla hegemonik statüko ve birikim tarzının etkisiyle hareket etmektedir. Nitekim bugün küresel kamu malları bu görevin yerine getirilmesinde meşrulaştırıcı bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.

Moore’un küresel eşitsizliklerin ve üçüncü dünya ülkelerinin neden hala varlığını sürdürdüğünü açıklarken, neoliberal iktisatta bedavacılık ve etkinlik sorunu olarak geçen olgulara ilişkin alternatif bir açıklama olanağı da vermektedir. Moore’a göre gelişmekte olan veya gelişemeyen ülkeler hala ilkel birikim koşulları içinde yaşamaktadır. Soğuk Savaş dönemindeki refah devleti politikaları bu olguyu dondurmuş olsa da, bugün alternatif bir sistem tehdidi olmadığından farklı sınıfsal gruplar arasındaki uzlaşma ortadan kalkmış ve birikim çok daha radikal bir şekilde sürdürülür olmuştur. Diğer yandan bu eşitsizlik ilişkileri sürdüren bir diğer unsur da bu ülkelerin ve bölgelerin küresel ekonomiyle kurduğu ilişkidir. Son olarak bu devletlerin birçoğu hala önceki dönemlerdeki sömürge deneyimleriyle, küresel sermayeye olan bağımlılıklarıyla şekillendirilmiştir. Örneğin Afrika’daki bazı ülkelerin sadece kaynak çıkarımı yoluyla küresel ekonomiyle ilişkilenmesi ve bu sayede birikim yapabilmesi, ortalama yaş ömrünü düşüren zorlu çalışma koşullarını göz ardı edilebilir kılmakta; ve Sandlers’in aksine, işçilerin 30 yıl daha yaşaması halinde getireceği değeri soğurabilecek bir normal birikim rejimini sürekli ketlemektedir.

Moore’un etkinlik meselesini, Marksist üretim tarzı ve ilişkileri kavramsallaştırmasıyla ortaya koyuş şekline de dikkat çekmek gerekir. Bu kuramsal yazına göre durgunluk ve dönüşüm sorunu, özel mülkiyet hakları evrenselleşmediği ve tam bir proleterleşme yaşanmadığı sürece çözülemez. Belki de bu analiz küresel kamu malları literatüründe neden kulüp mallarının, bedavacılığı ortadan kaldıracak tekniklerin ve dayatmacı güce sahip devlet benzeri küresel kamu örgütlerinin önem kazandığına alternatif bir bakış açısı getirebilir. Moore’a göre bu tür beklentilerin en büyük eksikliği ve ideolojik kullanımlara açık olmalarının sebebi, bu tür önlemlere en başta dünyanın en güçlü devletleriyle sınıflarının karşı çıkacak olmasıdır. Bunun da temelinde kaynakların, varlıkların ve hakların coğrafi olarak eşitsiz bir şekilde dağılmış olması yatmaktadır.

Küresel kamu mallarının, eksikliklerle veya kamusal olumsuzluklarla tanımlanması, ya yeni pazarların yaratılmasına yönelik küresel kamu yararlarının belirlenmesiyle, ya kamusallaşan bir birikim arayışıyla, ya da (eski üretim tarzları ve ilkel birikim biçimlerine sahip ülkelerle kapitalist üretim tarzı arasındaki ortak varoluşun normal birikimi ketlemesinden ötürü) topyekûn bir ihmalle sonuçlanmaktadır.

Marksist yazında ilkel birikim meselesi, temelde kapitalizmin eski tür üretim ilişkilerini ve buna eşlik eden toplumsal ilişkileri kendi iç dinamikleriyle mi tasviye edeceği, yoksa dışsal bir etkiye mi gerek duyacağı üzerinde şekillenmiştir. Ancak geçmiş yüzyıl bize emperyalizmin, çeşitli üçüncü dünya ülkelerindeki farklı pre-kapital (dini, kayırmacı, köleci, yarı-feodal) unsurlarla içiçe geçerek, ittifaklar ve karşılıklı bağımlılıklar kurarak geliştirdiğini göstermiştir. Özellikle Brenner ve Wood’un bu konuda yazdıkları önemli açılımlar getirmektedir. Ancak kapitalizmin bu farklı unsurlarla ilkel birikim meselesini sürdürmesi, bunun gezegenin genelinde ortak (çevresel, kimliksel, bölgesel) sorunlar ve açmazlar doğurması Hardt ve Negri’yi (tam da prolateryadan çok farklı ve çok boyutlu bir sömürülenler toplamı ortaya çıktığından ötürü) prolateryaya alternatif bir çokluk kavramı getirmeye itmiştir. Dolayısıyla bu çokluğun kapitalizme karşı zaferini teyit edecek şey tek tek bulundukları konumdan hareketle sömürüye veya dışlanmaya karşı çıkmalarının yanı sıra “temel gelir” talebinde görüldüğü gibi evrensel bir kimlik baz alınarak taleplerin ortaklaşmasıdır. Oysa bu bakış açısı bu makalede ele alınan küresel kamu mallarının (çünkü pekala temel gelir de bir küresel kamu malıdır) hegemonya ve birikim süreçlerini nasıl mistifikasyona tabi tuttuğunu görmezden gelmektedir. Çünkü ilk birikime ve farklı türden proleterleşme süreçlerine dair bir teoriyi dışarıda bırakmaktadır.

Moore’a göre yerel ve küresel ölçekte devletlerin veya devlet benzeri aktörlerin faaliyetleri küresel kamu malı söylemini ön plana çıkarır niteliktedir. Tam etkinliğin sağlanması için kapitalist üretim tarzının, özgün birikim koşullarıyla küresel ölçeğin tamamında somutlaşması zorunludur. Diğer yandan bu literatür, klasik neoliberal teorideki kalkınma düşüncesinin de yumuşak bir alternatifi olmakta; bu düşüncenin karşılaştığı güçlükler ve teorik açmazları (özellikle 2008 mali krizinden sonra) ek okumaların eklektik bir şekilde konumlandırılmasıyla aşmaya veya ideolojik bir karartmaya tabi tutmaktadır. Oysa bu kavramın kapsamı somut gerçeklikler ön plana alındığında hegemonyanın ve birikim rejiminin “barometresi” durumundadır. Dahası literatürün kamusal faydayı çekinceli bir şekilde savunma biçimi veya bunu liberal öz çıkar/fayda maksimizasyonu retoriği içinde sunması, bu literatürün (felsefi bir değerlendirmeye tabi tutulduğunda) taşıdığı radikal içerimleri koparmaktadır. Örneğin liberal aydınlanmacı gelenek ve radikal demokrasi düşüncesi göz önüne alınmadan, soyut ve yarara endeksli bir etik düşünceden hareketle (plüralist, faydacı) uluslararası işbirliğinin önemine dem vurulmaktadır.

Yukarıda aktarılan eleştiriler ışığında eldeki literatürü felsefi bir eleştirel çizgiye tekrar dahil etmek, modifikasyonlarla geliştirilmiş olsa da gerek ideolojik gerekse kuramsal olarak olgular dünyasıyla ilişkisi tek yanlı ve sorunlu olan bir gerçekliğin anlaşılması için son derece önemlidir. Bu noktada bu literatürdeki açmazları açacak olan ve eleştirilerde de üstü kapalı olarak belirtilen iki temel felsefi izlek, evrensel insan ve etik düşüncesi ile tarihsel materyalizmdeki insan kavramları ve maddi gerçeklik arasındaki ilişkilerin eleştirisidir. İlk felsefi geleneğe bakıldığında, bu düşüncenin modern temsilcileri Rawls ve Harsanyi gibi düşünürlerin “başlangıç durumu” kategorisiyle karşı karşıya gelmekteyiz. Başlangıç durumunun ana fikri, tarafların toplumlarına ilişkin ilkeleri, toplum içindeki konumlarına ilişkin hiçbir bilgileri olmadan seçmeleridir. Harsanyi bu yapıyı, ideal toplumsal refah işlevini ortaya çıkarmanın yöntemi olarak önermiştir. Harsanyi toplumsal refah yargılarının, “kişinin eşit oranda toplumun herhangi bir üyesinin ‘yerine’ konması halinde, o kişinin tercih edeceği toplumun türü olarak yorumlanması” şeklinde özetlemektedir (Harsanyi, 1971). Rawls ise kendi yapısını başlangıç durumu olarak adlandırmış ve ideal adalet ilkelerine ulaşmanın yöntemi olarak önermiştir. Bu düşünürlere göre tamamen rasyonel olan failler (ahlaki hiçbir motivasyon olmadan) kendileri hakkında hiçbir özdeşleştirici bilgilerinin (ırkları, cinsiyetleri, milletleri, zekaları, aile geçmişleri ve diğerlerine dair bilgilerinin) olmadığı bir konuma konduklarında – Rawls bunu cehalet perdesi arkasından yapılan seçim olarak adlandırır – sempati kurarak diğer insanların haklarına ve özgürlüklerine onay vereceklerdir (Rawls, 1971).

Bu düşüncenin geri planına bakıldığında, Immanuel Kant’ın aydınlanmacı felsefesi ve Kalıcı Barış eserindeki önemli öngörüleri karşımıza çıkmaktadır (Kant, 1795). Kant’ın öngörüsü nihayetinde tüm devletlerin cumhuriyetçi anayasalara sahip olacağıydı. Bununla kast ettiği şey yasamanın temsili, demokratik yasama organları tarafından yapılması, yurttaşlarınsa gerek özneler gerekse eş yasa koyucular olarak, “içkin ve vazgeçilemez haklara” sahip özgür ve eşit kişiler olarak tanınmasıydı. Bunu yaparken beslendiği felsefi görüş evrensel bir insan kategorisine duyduğu inançtı ve bu kategoriyi oluştururken onu maddi dünyada farkılaştıran tüm ilişkileri, yapıları veya dışsallıkları etkisiz hale getirmekti. Kant’ın son öngörüsü ise, tüm devletler tanımladığı şekliyle cumhuriyetlere dönüştüğünde, bu cumhuriyetlerin kuracağı uluslararası bir federasyonun savaşı kalıcı surette ortadan kaldıracağıydı.

Kant’ın bu öngörüleri bize küresel kamu malları altında yatan etik düşüncenin izlerini, öz çıkarının peşinde koşan rasyonel insan mistifikasyonu olmaksızın aktardığı için oldukça güçlüdür. Nitekim Rawls ve Harsanyi’nin modern kavramsallaştırılmasında, insan rasyonel çıkar maksimizasyonu yapan bir bireyden öte, sempati kurabilen, kendisini başkalarının yerine koyan ve evrensel bir varlık olarak devamlılığı ile bütünselliğini korumak için (ortak iyileri korumak için) işbirliği içine girebilen bir varlıktır.

Kant’ın bu öngörülerinin altında onun evrensel insan kategorisiyle devlet düşüncesi arasındaki felsefi tahayyülü önemli bir yer tutmaktadır. Bir devlete sahip olmayan bireyler kendilerini koruma ihtiyaçları sonucu, bir devlet kuracaklardır. İstikrarlı olması için bir devletin, yurttaşlarının gönüllü bağlılığını kazanması zorunludur. Kant’ın büyük teorik katkısı, yurttaşlarının gönüllü bağlılığına sahip olduğunu iddia edebilen hükümetin, meşru olarak görülebilecek tek hükümet olacağıdır. Bir anayasanın meşru sayılabilmesi için de Kant, yurttaşların varsayımsal bir eşitlik konumu içerisinde bu anayasayı kabul etmesi gerektiğini söylemiştir. Herkesin böyle bir konum içerisinde kabul edebilecekleri tek anayasanın, cumhuriyetçi bir anayasa olacağını düşünmüştür – yani tüm yurttaşları eşit ve mülk sahibi bireyler olarak ele alan bir anayasa. Kant’a göre bu onay tüm radikal çıkarımlarıyla birlikte ahlaki ve evrensel bir güce sahiptir, çünkü devletin meşruiyetine temel teşkil edecektir. Bu sebeple de onaylama şartlarını, insanların gerçekte neyi kabul edeceğine göre değil, neyi kabul edebileceklerine göre belirlemiştir. Görüldüğü gibi bu felsefi düşünce yapısı, neoliberal retoriğin içine hapsedilmiş etik işbirliği düşüncesinden çok daha ileri bir kavramsallaştırma imkanı sunuyor. Böyle bir çizginin takip edilmesi, radikal içerimlerinden ayıklanmadığı takdirde evrensel müşterekler, evrensel haklar ve özgürlükler doğrultusunda bu literatürün incelenmesi için bir rota sunmakta.

Bu çizgi kısaca belirtildiğine göre, Marksist eleştiriler ışığında biçimlendirilen kategorilerin indirgemeci ve determinist bir sınıra hapsolmadan nasıl aynı gelenekte sürdürüleceğini görmek, bu literatürün yorumlanmasında faydalı olabilir. Moore’un küresel kamu malları literatürünü kapitalist üretim biçiminin coğrafi eşitsizlikler üzerindeki eleştirisi ile ilkel birikim olgusuna konumlandırarak eleştirmesi, maddi unsurların (böyle oldukları durumlarda) belirleyiciliğini temel alan Marksist analizleri gayet net bir şekilde sıralamakta ve ideolojik meşrulaştırma ile mistifikasyon olgusuna dikkat çekmekte. Oysa yukarıda Kant’ınki gibi evrensel kategoriler eşliğinde insan topluluklarının biçimlenişi üzerine evrensel bir teori oluşturma fikrinde olduğu gibi dinamik ve yol açıcı bir düşünsel rota (ve bu felsefi akım), Marksist literatürde yer yer kemikleşen ve başka kuramlarca da kullanılan kavramların felsefi eleştirileri olmaksızın mümkün olamaz. Böyle bir eleştirinin yokluğunda hegemonya kavramı da en az realist okumalarda olduğu kadar güçlü ve aşılmaz bir mistifikasyonla örtülür. Diğer bir deyişle tüm olgular ve değişimler bu kavram ışığında değerlendirildiğinden, maddi değişimlerin etkileri görülmez; yahut göz ardı edilir veya Kaul’de olduğu gibi ek modifikasyonlarla eklektik bir yığına dönüşür.

Oysa Marksist felsede, insan ait olduğu gerçekliğe ilişkin sorgulaması içerisinde kendisinden öte (aşkın) bir insan kavramı aradığı ölçüde, gerçekliğin algısından ziyade onun kavramsal yansımalarıyla uğraşır hale gelir. Kavramsal kelime dağarcığını yaratan insanların dünya üzerindeki ontolojik ağırlığı ve bu ağırlığın insan belleğindeki yansımalarıdır. Kavramlar insandan bağımsız soyut bir yapıya büründüğünde, bu “altüst konumdaki dünyaya dair altüst olmuş bir dünya bilinci/tahayyülü” oluşturmaktır (Marx, 1844). İnsanların hayatına etki ederek belirleyen ancak yine insanlar tarafından belirlenen bu kavramlar, maddi dünyadaki insanın hayal ürünü bir gerçekliğe bürünmüş halidir. Dolayısıyla burada Marksist felsefe işe hakikatin kavramsal dünyası gerçeklikle bağını kopardığında, bu dünyanın gerçekliğini insan faaliyetleri ve onlar yoluyla ve sonucuyla biçimlenen düşünceler içinde aramakla başlar. Dolayısıyla söz konusu unsur hegemonya, küresel kamu malları, işbirliği gibi kavramlar olduğunda, felsefe bu kavramlar etkisinde gerçekliği yorumlamak için değil, gerçekliği bu kavramlarla onlara rağmen kurmaktır. Dolayısıyla Kaul ve diğerlerinde kavramsal kategori ile bağı kopmuş mülkiyet ilişkilerinin, toplumsal mübadele ilişkilerinin, siyasi ve kültürel etkileşimlerin tekrar gündeme alınması şarttır. Ve bu bakış, salt modifikasyonlardan öteye geçip kavramların inşa süreciyle içiçe geçmelidir.

Biraz daha somutlaştırıldığında karşımıza şöyle bir düşünsel rotayı almak mümkün olabilir. Yeryüzünde tüm insanların tasarrufuna veya dışsallıklarına açık, varlıkları ve sağkalımları için önem taşıyan hizmetler, metalar, varlıklar, prosedürler ve yapılar göz önüne alındığında, eleştirinin konusu tüm bu unsurların dağıtımı, düzenlenişi ve dolayısıyla bunlardan sorumlu küresel aktörlerin kendi aralarındaki statükosu (hegemonik olsun veya olmasın) olmaktadır. Toplumsal, politik ve ekonomik ilişkilerin bu şekilde konumlandırılması yoluyla, hegemonya veya ilkel birikim gibi kavramlar kemikleşmek yerine, farklı mekansal ve zamansal koşullara göre farklılıklarının anlaşılabilmesini sağlayan dinamik bir yapı oluşturur. Daha düşünsel bir plandan hareket edersek şöyle bir örnek vermek mümkün olur: Küresel kamu malları literatürünü beslemiş olan küresel sorunlar ne zaman ve nasıl dünya kamuoyunun ilgisine girmiştir sorusuna, dışsallıkları önleyici adımların, koruyucu veya tahsis edici prosedürlerin ve statükonun sağlanmasını veya revize edilmesini isteyen aktörlerin uygulamalarının tek tek tüm uluslarası aktörlerce (alt bileşenleriyle birlikte) benimsenmesine yönelik çabalar ile bunlara karşı direnç veya kayıtsızlıkla girdiği cevabı verilebilir. Bu durumda eldeki felsefi bakış yoluyla, bu aktörlerin faaliyetleri eldeki kavramların statik etkilerinden arındırılarak uzun vadeli bir şekilde incelenebilir; hegemonya veya statüsko gibi kavramlar maddi ve düşünsel dinamiklerle zenginleştirilebilir.

Son olarak belirtilmesi gereken önemli bir husus da, böyle bir eleştirinin yukarıda bahsi geçen ideolojik karartmaların veya tahrifatların üzerine sadece düşünsel olarak değil, edimsel olarak da gitmesi gerektiğidir. Diğer bir deyişle bu tür ideolojik karartmalardan yararlanan grupların ifşa edilmesi ve karşısına eldeki literatür içindeki (ister liberal-aydınlanmacı, ister radikal-hegemonyacı çizgiden baksın) radikal unsurları benimseyen grupların ve onların maddi-düşünsel birikimlerinin çıkarılması zorunludur.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler