spot_img
spot_img
Ana SayfaSeçtiklerimizNeoliberal dünyada neo-merkantilist ihtiraslar: Bir ilksel birikim süreci olarak olağanüstü hâl -...

Neoliberal dünyada neo-merkantilist ihtiraslar: Bir ilksel birikim süreci olarak olağanüstü hâl – Yahya M. Madra

15 Temmuz sonrası başlayan kanun hükmünde kararnameler sürecini Türkiye’de iktidar blokunun kabuk değiştirme süreci olarak okumak mümkün. Çok kabaca, AKP-Cemaat-liberal ittifakından Saray-Bahçeli-Aydınlık ittifakına doğru bir kaymadan söz edebiliriz. Birinci sürecin sancılı olmakla birlikte öne çıkan ögesi (Cemaat’in kötü polisi oynadığı) “açılım süreci” ise, şimdi içinden geçtiğimiz dönemi tanımlayan ise Cemaat’in yerini Bahçeli’nin MHP’sinin aldığı bir milliyetçi kapanım ve teyakkuz sürecidir. Kürt toplumsal hareketinin ateşkes sürecinde inşa etmeye başladığı özyönetim kapasitesini “çöktürme” amacı güden operasyonlarla başlayan süreç, 15 Temmuz sonrasında Fırat Kalkanı operasyonuyla Suriye’ye taştı. Bu topyekûn savaş ilanının karşılığında, Bahçeli Saray’a Başkanlık referandumunun yolunu açtı. Bu yazıda amacım, yukarıda çok kaba hatlarıyla çizmeye çalıştığım dönüşüm sürecinin iktisadi izdüşümlerini açmak.

Öncelikle  bu kabuk değiştirme sürecinin iktisat politikalarında ve iktidara egemen olan genel iktisadi zihniyette de bir dönüşüme, ya da dönüşüm çabasına tekabül ettiğini gözlemliyoruz. Eski ittifakın neoliberal kimliği sıkı bütçe politikası, Avrupa Birliği çıpası, Merkez Bankası’nın özerkliği, ekonominin kurullar aracılığı ile idaresinin kurumsallaşması ve hükümette Ali Babacan ve Mehmet Şimşek gibi siyasetçilerin söylemlerindeki piyasacı ve kurumsalcı vurgulardan okunabiliyordu.

Bu küreselci neoliberal kimlikten uzaklaşma arzusunun dönüm noktası olarak “faiz lobisi” söyleminin devreye girdiği 2013 yılını alabiliriz. 2013’ten sonra, bir yandan—birbiri ardına gelen seçim süreçlerinin de etkisiyle—giderek yükselen bir perdeden Merkez Bankası’nın faiz politikalarının sorgulanması, öte yandan uzmanların egemenliğindeki kurulların ve çeşitli denetim odaklarının idare etme kapasitelerinin aşındırılması ve kadrolarının değiştirilmesi şeklinde ifade bulan bir zihniyet dönüşümü gözlemliyoruz.

Bu dönüşümün bir “kadro” değişimi boyutu da var. Bir iktisatçı olan Numan Kurtulmuş’un kalkınmacı zihniyeti, televangelist Yiğit Bulut’un anti-emperyalist ekonomik milliyetçiliği ve Cemil Ertem’in merkez-çeper eksenli tekelci sermaye eleştirisini temsil ettiği ve adını “neomerkantilist” olarak koyabileceğimiz yeni bir yönelim bu yeni milliyetçi cephenin iktisat ideolojisini oluşturuyor. Burada altını çizmek istediğim iki nokta var. Birincisi, neomerkantilizm Türkiye’ye özgü bir olgu değil, küresel bir yönelim, bir nevi ekonomik milliyetçilerin enternasyonalizminden söz edebiliriz. İkincisi, bu ekonomik milliyetçilik, her ne kadar 1980-2008 arası döneme damgasını vuran ve özelleştirme, finansal ve ticari serbestleştirme ve refah devletinin sönümlendirilmesi politikalarında ifadesini bulan “tarihsel neoliberalizm”in yerini alma iddiasında olsa bile, daha genel anlamda neoliberal epistemin dilini konuşmaya, toplumun (ve devletin toplumu idaresinin) iktisadileştirilmesi projesinin içinden hareket etmeye devam ediyor.

Kapitalizmin erken yıllarında ulus-devlet ve ticari sermayenin iş birliğiyle oluşan merkantilizmin bir iktisadi zihniyet ve siyasa olarak meselesi ulusal piyasaların korumacı gümrük siyasalarıyla inşa ve tahkimi, sömürge ekonomilerinin gerektiğinde silah zoruyla örgütlenmesi, devletin kasasının vergilerle doldurulması ve genel olarak dış ticaret fazlası yaratılarak büyüme ve birikimin koşullarının yaratılmasıdır. Sömürgeci vurgusuyla merkantilizm, kapitalizmin ilksel birikim süreçlerinin devlet eliyle örgütlenmesinin iktisadi zihniyeti olarak tarif edilebilir.

Bugün neo-merkantilizm diye adlandırdığımız iktisadi zihniyet ise kapitalizmin iktisadi ve ekolojik krizleri karşısında tarihsel neoliberalizmin yetersiz kaldığı noktalarda, devletin egemen bir iktisadi aktör olarak kendini yeniden öne sürmesinin ideolojisi olarak tanımlanabilir. Önce iktisadi kriz karşısında devletin sahneye yeniden çıkışına göz atalım. Halihazırda 2008 iktisadi kriz karşısında, özellikle ABD’de ulus-devlet, hem finansal piyasaların likidite darlığını aşması için uygulamaya koyduğu “geleneksel olmayan” para politikaları (örn., uzun vadeli tahvillerin alımı gibi araçlarla gerçekleştirilen sayısal gevşeme) hem de uyguladığı canlandırıcı mali politikalar ile bir ekonomik aktör geri dönüşünü güçlü bir şekilde ilan etmişti.

“Geleneksel olmayan” para politikalarının ironik bir neticesi, ABD Merkez Bankası’nın piyasalara sürdüğü sermayenin görece yüksek faiz getirisi sağlayan Türkiye gibi “yükselen” piyasalara akması ve Türkiye’de AKP iktidarının hem (yüzde 15’lere dayanan işsizliğe ve çöken büyüme oranlarına rağmen) “kriz teğet geçti” diyebilmesine olanak sağlamasıdır. Bu durumun bir başka ironisi de Türkiye’yi uluslararası finansal sermaye için “sağlam liman” yapan Kemal Derviş kadrosunun gerçekleştirdiği ve AKP’nin kurumsal neoliberal kanadının sahip çıktığı finansal kurumsallaşma idi. Bu açıdan bakıldığında, Mayıs 2013’te Erdoğan’ın “faiz lobisi” söylemine sarılması pek bir şaşırtıcıdır—keza Erdoğan’ın inşaat-enerji-finans sacayağı üzerinde yükselen birikim rejimi tam da uluslararası sermayenin hem çaresizliği hem de teveccühü sayesinde (süreç içinde olgunlaşan ve Gezi’de kreşendo yapan toplumsal-ekolojik muhalefete rağmen) tıkır tıkır işlemekteydi.

Ama neo-merkantilizmin ortaya çıkmasında 2008 krizinden daha derine giden bir başka etken daha var. Küresel kapitalizmin ekolojik sınırlarına dayanmasının veçhelerinden biri olarak petrol, doğal gaz, mineraller, su, vb. kaynaklar üzerine verilen küresel bir savaş hali çok-uluslu şirketlerin boyunu dahi aşan bir lojistik kabiliyet ve askeri gücün seferber edilmesini gerektirmekte. Soğuk savaş sonrası dönemde ABD askeri güç olarak açık ara önde olmakla birlikte, gerek Afrika ve Latin Amerika’da petrol ve mineral kovalayan Çin gerek (hala) sıcak denizlere inmek isteyene Rusya, neo-merkantilist kaynak savaşlarında önemli aktörler olarak devredeler. Bu olgunun diğer bir boyutu da kaynak milliyetçiliği olarak adlandırılan, doğal kaynakların giderek artan bir şekilde devlet şirketleri tarafından değerlendirilme sürecidir. Ama bu süreçlerin soykütüğünü 2008 krizinin çok öncesine, 1970’lere ve OPEC’in güçlü bir aktör olarak sahneye çıkmasına kadar götürmek mümkün.

Türkiye’ye dönersek, AKP hükümeti neo-merkantilizmin kaynak milliyetçiliği boyutuna epeydir sahip çıkmaktaydı. Ortadoğu’da (Obama’nın bölgede düşük profilli bir varlık gösterme politikasını fırsat bilerek) yansıtmaya çalıştığı alt-emperyal stratejik derinlik maceraları, Kafkasya-Karadeniz-Doğu Akdeniz-Levant havzasının kaderini belirleyen boru hatları jeopolitiği, dış ticaret açığının en önemli kalemini oluşturan enerji bağımlılığını aşmak için fütursuzca gerçekleştirilen Kömür-HES hafriyatçılığı ve tüyler ürperten Nükleer enerji tutkusu bu bağlamda okunmalı. Nitekim nasıl Trump kabinesinin en önemli koltuğu Dış İşleri Bakanlığı’nın Exxon CEO’su Tillerson’a verilmesine şaşırmamamız gerekiyorsa, Türkiye’de de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın damat Albayrak’a verilmesine de şaşırmamalıyız.

Neo-merkantilizmi eğer devletin egemen bir aktör olarak ekonomi alanına geri dönüşü olarak okuyacaksak bu geri dönüşün neoliberal epistemin prizmasından geçerek yapılan bir geri dönüş olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Modern şirketin soykütüğünü yapan araştırmacılar, şirketin ortaya çıkışını sömürgeci-merkantilist devletlerin bir egemen olarak tahsis ettiği bir ayrıcalığa bağlıyorlar: Sömürge topraklarının iktisadi ve toplumsal örgütlenmesi görevi ve ayrıcalığı. Bu ayrıcalık sayesinde şirket kendi yapısı içinde ve ayrıcalık hakkı olan bölgelerde özerk bir yapı olarak (kısıtlı) egemenliğini ifa edebiliyor. Bu noktadan sonra devlet-şirket ilişkisini hem (toplumsalın idaresi ve idamesi amaçlı) bir iş birliği hem de (birbirlerine karşı verdikleri) bir egemenlik mücadelesinin tarihi olarak okumak mümkün. Bu mücadele tarihinin en yakın uğrağı olan “tarihsel neoliberalizm” altında devlet, şirket ve onun baskın iktisadi mantığı tarafından çok sert bir eleştiriye ve iktisadi etkinlik muhasebesine tâbi tutuldu ve bunun sonunda devletin toplumla olan ilişkisi bir toplumsal görev ve haklar ilişkisi olmaktan çıktı ve iktisadi teşvik ve müeyyideler rejimine dönüştü. Bugün neo-merkantilizm ile geri dönen devlet işte tam da böyle, şirketleşmiş, şirket gibi işleyen bir devlet.

En son “varlık fonu” olgusuyla netleştiği üzere arzulanan Başkanlık rejiminin ekonomik modeli neo-merkantilist bir şirket-devlettir. Birçok yorumcu varlık fonunun ya kaynak zengini olan ya da cari fazla veren ekonomilerin bu kaynak ya da fazlaları değerlendirmek için kullandığı bir kurumsal yapı olduğunun altını çiziyor. Türkiye’de ise varlık fonu tam tersine yapısal cari açığı döndürebilmek ve enerji yatırımları ve altyapı inşaatlarına dayalı birikim rejimini sürdürebilmek için gerekli olan yabancı sermayeyi çekebilmek maksadıyla teminat işlevi görecek gibi gözüküyor. Burada altı çizilmesi gereken, AKP’nin bugüne kadar döndürdüğü inşaat-enerji-finans odaklı birikim rejiminin finans ayağının (yaşanan döviz krizinde gözlemlendiği üzere) yapısal ve tarihsel sınırlarına dayanmış olması. Burada birçok neden sıralayabiliriz ama şerhlerimizi de eklememiz gerekiyor: siyasi ve toplumsal krizlerle çalkalanan Türkiye, artık uluslararası finans için yeteri kadar sağlam bir liman görülmüyor olabilir—ama son tahlilde sermayenin derdi demokrasi değil, istikrar; ABD’de sıkı para politikası dönemi başlıyor ama Türkiye, eğer daha yüksek faiz ödemeye razı olursa hala kendine likidite bulabilir; inşaat sektöründe ciddi bir kapasite fazlasından söz ediliyor ama öte yandan inşaat sektöründe talebi yüksek tutan etkenler Türkiye’de yapısal bir nitelik gösteriyor (genç nüfus, deprem yasası ve devletin altyapı yatırımları konusundaki ısrarı ve bu yatırımların yarattığı çarpan ve ağ etkileri); Türkiye’de özel sektörün borç yükü çok fazla ama AKP’nin başından beri sıkı sıkıya tutunduğu bütçe disiplini (ki borç yükünün özel sektöre kaymasının bir nedeni de budur) bugün kriz karşında ona sağlam bir savaş sandığı veriyor ve zaten hükümet teşvik politikaları ile özel sektörün borcunu yavaş yavaş devralmaya başladı bile. Aslında bütün bu şerhler günümüz Türkiye’sinde serbest piyasanın ve dolayısıyla sermayenin özerkliğini (ne kadar var idiyse) tamamen kaybettiğini ve devletin merkezî bir iktisadi aktör olarak ortaya çıktığını gösteriyor.

İktidar bloğunun önümüzdeki dönemdeki oyun planı şöyle gözüküyor: 15 Temmuz sonrasında KHK’lerle yakalanan genişletilmiş icra yetkilerinin Başkanlık projesiyle yasallaştırılması ve Türkiye kapitalizmini, onun krizlerini ve tıkanıklarını fırsat bilerek, şirket-devlet olarak teslim almak ve kendi suretinde yeniden inşa edebilmek. Burada 15 Temmuz sonrasında olağanüstü hâl sürecini bir tasfiye ve mülksüzleştirme süreci olarak okumak faydalı olacak. Cemaat’in tasfiyesinin birçok boyutu var. En çok öne çıkan boyutu bürokrasi içindeki ağın tasfiyesi. Oysa Cemaat’in iktisadi olarak iki önemli boyutu daha vardı. Birincisi uluslararası sahada (Orta Asya, Avrupa, Afrika, Uzak Doğu ve Amerika Birleşik Devletleri’nde) Türkiye’nin ticari, kültürel ve hatta siyasi ilişkilerini örgütleyen diplomatik bir ağ boyutu. Bürokrasideki ve uluslararası kayıtdışı diplomatik-ticari-kültürel ağlardaki tasfiyeler hem bir kriz (çünkü bu kadroların yerini doldurmak kolay değil) hem de bir fırsat (zira boşalan kadroların doldurulması yeni iktidar bloğunun pekişmesine katkı yapacaktır). İkincisi ise, Cemaat’in önemli bir sermaye grubu olduğu gerçeği. Bu açıdan bakıldığında olağanüstü hâl bu sermaye grubunun tasfiyesi ve onun piyasa payının paylaşım sürecinin örgütlenmesi de demektir. Bu bir nevi bir ilksel birikim süreci ya da mülksüzleştirme yoluyla gerçekleştirilen birikim sürecidir.

Ama olağanüstü hâlin hedefinde sadece Cemaat yok. Kürt toplumsal hareketinin omurgasını oluşturduğu emekçi hareketi ve sol-seküler “sivil toplum” örgütlenmesi de var. Özellikle Kürt sivil toplumunun tüm kurum ve derneklerinin tasfiyesi, HDP ve HDK’ye yönelik operasyonlar ve KESK ve Eğitim-Sen üzerinden ilerleyen ihraçlar, emekçilerin en bilinçli ve en örgütlü ama aynı zamanda da (inşaat sektöründe istihdam edilen) en alt katmanını oluşturan Kürtlerin özneleşmesine karşı bir hamle olarak okunabilir. Burada toplumun genelindeki sömürü haddini yükseltebilmenin yollarından biri de emekçilerin daha fazla maaş talebini etkin bir şekilde örgütleyebilmesini mümkün kılabilecek özneleşme dinamiklerine ket vurmaktır.

Özetlemek gerekirse, kaynak fakiri ve yapısal olarak dış ticaret açığı veren bir ekonomi olarak Türkiye’nin neoliberal altyapısını koruyan ama neo-merkantilistleşen dünya düzeninde ayakta kalabilmesi ve yavaş yavaş yuvarlandığı krizden çıkabilmesi, finansal piyasaları ikna edebilmesine dayanıyor. Bunu yapabilmesi için de ihtiyacı olan hem ülkede genel olarak (istibdat yoluyla olsa bile) istikrar sağlaması hem de uluslararası yatırımcılara gösterebileceği (“net hata ve noksan” ile bir yere kadar) bir teminat havuzunun oluşturulması. Bu ikisinin sağlanması için Saray genişletilmiş icra yetkilerine gereksinim duyuyor—ya da “fiili durumu meşrulaştırmak” istiyor. Ama Saray için bu sürecin konjonktürel bir ekonomik krizin aşılmasının ötesinde bir anlamı var—o da “Yeni Türkiye”de sermaye sınıfı içindeki dengelerin yeniden kurulması. İstanbul sermayesine karşı, şirketleşmiş devletin odağında olduğu “yerli ve milli” bir sermaye blokunun tahkim edilmesi.

Yahya M. Madra

Not: Katkıları için Ceren Özselçuk, Kenan Erçel, Lara Fresko, Ümit Akçay ve Yücel Göktürk’e teşekkürler. Kuşkusuz tüm hatalar bana aittir. Yazıdaki kaynakça eksikliği yazının genişletilmiş bir sonraki sürümünde telafi edilecektir.

Bu yazı ilk olarak Express, Mart 2017 sayısında “Neo-merkantilist Şirket-Devlet” başlığıyla yayınlanmıştır.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler