spot_img
spot_img
Ana SayfaGüncelKozağaçlı, Timtik ve Aslan'ın savunmasının tam metni

Kozağaçlı, Timtik ve Aslan’ın savunmasının tam metni

Çağdaş Hukukçular Derneği ve Halkın Hukuk Bürosu üyesi 19 avukata toplamda 100 yılı aşkın ceza verildi. Salt siyasi saikler ile, avukatlık faaliyetleri sebebi ile, hukuka aykırı deliller, tutarsız gizli tanıklar ve piyon/cellat olarak belirlenmiş bir mahkeme heyeti ile süren duruşmalarda karar verildi. Halihazırda tutuklu/tutsak olan Selçuk Kozağaçlı, Oya Aslan, Barkın Timtik’in tutukluluk/tutsaklık halinin devam etmesine karar verildi. Bu hukuka aykırı kararı tanımıyoruz ve savunma üzerindeki baskıya karşı dimdik duruyoruz. Adil yargılanma mücadelesi verirken hayatını kaybeden Ebru Timtik’i saygıyla anıyor, savunmaya özgürlük diyoruz.

Selçuk Kozağaçlı, Barkın Timtik ve Oya Aslan’ın 7-8-9 Kasım’da Silivri’de görülen duruşmadaki savunmalarının tamamını yayımlıyoruz:

SELÇUK KOZAĞAÇLI:
[7 Kasım]

“Dünya üzerinde hiçbir ceza davası bu kadar güvende değildir. Bu kadar kalabalık bir avukat heyeti tarafından güven altına alınmamıştır. Bendeki listeye göre 20’den fazla avukat örgütünü temsilen 60’ın üzerinde yurtdışından temsilci buradalar. Onlara teşekkür ediyoruz. Mesleğimizin temsilcileri, baro başkanlarımız, avukatlarımız buradalar. Burada bulunan tüm meslektaşlarımıza teşekkür ediyorum. 20 ülkeden 60 yabancı avukat gelince uluslararası bir komplo altında hissedebilirsiniz. Hayır Sayın Başkan, biz buna enternasyonal dayanışma diyoruz. Tahir Elçi, dosya başladığından beri hep aramızdaydı. O da katledildi. Kaybettiğimiz tüm meslektaşlarımızı anıyorum. Bu dosyaya katılan ve katledilen avukat meslektaşlarımı anıyorum. Hepsi bu dosyanın avukatıydılar. İyi ki varlar, iyi ki bu işi yapıyoruz. Dün ancak meslektaşlarımızla bir araya gelebildik. Biz son 15 günümüzü Amasra Maden Katliamı’nın evraklarını inceleyerek geçirdik. Bu dosyanın müdafileri Amasra’da mücadele ediyorlar. Onlarla gurur duyuyorum. Gelip bana dediler ki ‘ATK raporunu inceledik, bizce savunma yapmamalısın. Ortaya çıkan mesele, değil savunma yapmaya, bir yargılama yapmaya imkan vermiyor. Dosya çöktü tamamen.’ dediler. Dosyanın bu şekilde çökmesine benim rızam yok. 10 yıldır biriktirdiklerimi mahkeme heyetine anlatmadan vazgeçemeyiz. 2013’te şöyle söylemişiz: “Burada bulunmamızın, ölü veya sağ, yoksullarla ilgisi var. Biz avukatız: Kendimiz için asaleten ve konuşamayanlar için vekâleten konuşacağız. 2014’te Sadece duruşmadaki beyanlarımızdan kitap bastırmıştık. Bu işlere çalışırken fark ettim ki, beyanlarımızın olduğu kitap Gaziantep 4. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından toplatma ve el koyma kararı verilmiş. Dosyasındaki sorgular yasaklanmış ve toplatılmış bir dava. Bu toplatma kararında, her şeyi toplatma kararı vermişler. Her şeyi toplatamazlar, sizin sorgunuz hala yerinde duruyor. Derneklerimizin, bürolarımızın ve evlerimizin basılmasından itibaren 2 ay eksikle 10 yıl geçmiş. 18 Ocak 2013 tarihinde Beyrut’tan yaptığım basın açıklamasında önce neden böyle bir saldırının hedefi olduğumuzu anlatıp; yaptığımız işleri, yürüttüğümüz davaları sıralayan bir liste sunduktan sonra şöyle söylemişim: “Bizi tutuklamak mı istiyorsunuz? Savcılıklarda ve mahkemelerdeki hukukçu profili bu iken elbette yapabilirsiniz. Ama biz tutuklandık diye bu işler yapılmaz sanıyorsanız çok yanılırsınız…” Biz bir avukatlık kültürü, geleneğiyiz. Bizi tutuklayarak madenci öldüremezsiniz. Biz oraya gider onları tespit eder, cezalandırılmalarını sağlarız. Yine 2013’te potansiyel davanın içeriğine ilişkin bir tahminde de bulunmuşum: “…değil bizi endişelendirecek ciddiyette bir suçlama, eli yüzü düzgün bir komplo bile kuramadıklarını zaten tahmin ediyorum… Geliyorum.” O dönem neden oradaydım? 2013’ün Şam’ını hatırlayın. Suriye’ye saldıran 100 silahlı cihatçının 75’i Türkiye’den geçiyordu. Malvarlıkları, müzeleri, fabrikaları yağmalanıyordu. İmalat seri numaralarını Antep’te, Mersin’de bulduk. İnsanlar yardım istemek için, Suriye’ye dost olan kimse yok mudur diye sormak için bizleri çağırdılar. Yağmalanıp Türkiye’ye taşınmış malvarlıklarını gösterdiler. Kafa kesmeleri, çocuk kaçırmaları, tecavüzleri saymıyorum. 5 kere hakkımda yakalama kararı çıkarıldı. Yine büroma saldırdılar, özel harekat polisleriyle kapılarımızı kırdılar. O sırada Lizbon’daydım. Portekizli meslektaşlarım ‘gitme, kapı kıran sana ne yapmaz’ dediler. Teşekkür edip gelip büroma konulan mührü söktüm. Bir kere mühür vurulmasına izin verirseniz, bir kere o mührü kırmazsanız yaparlar. Kıracağız o mühürleri. Mühür vurulan Çağdaş Hukukçular Derneği’ne vurulan mührü de meslektaşlarımız söktüler. ÇHD tüm gücüyle ayakta. Mührü vuranların akıbeti nedir bilemiyorum. Dediler ki bir kez daha, adı evraklarda geçiyor, bir yakalama kararı daha. Atladım, adliyeye gittim ve İstanbul Cumhuriyet Savcılığı yetkisizlikle Ankara’ya gönderdi. Oradan da takipsizlik verildi. İtiraz bile edilmeden kesinleşti. Aynı evraklar. Meslektaşlarımı gözaltına alırken, büromun kapısını kırdılar, evraklarımıza el koydular. Beni niye almıyorsunuz dedim, ‘Seni alınca çok gürültü kopuyor, seni sonra alacağız’ dediler. Normalde Ankara’da yaşıyorum. 61 gün boyunca Çağlayan’ın kapısı önünde yattım. Savcılara buradayım dedim. 61. günün sonunda kaçma şüphesi var deyip tutukladılar. Şam’dan geldiğimde de kaçma şüphesi var dediler. Ben geldim, beni mi arıyorsunuz, hayırdır dedim. Mahkeme heyetinin kendisi kaçtı, ertesi güne sahte bir heyet oluşturup ertesi gün beni tutukladılar. Ben kaçmıyorum. Ancak beni görünce önündeki evrakı bırakıp kaçanlar var. Bunları tescilli ahmaklık olduğu için anlatıyorum. Bu evraklar yok hükmünde olduğuna göre, benim sürekli yanınıza geliyor olmam da tescilli ahmaklık. Bütün bu hikayenin üzerine 15 kez kaçma şüphesi var diyorsanız, burada ne olduğu da açık, burada çalışmayan bir şey var. Uçağa atlayıp ülkeye dönmeden önce yaptığım her iki tahmin de tutmuş görünüyor. Üyesi olmaktan büyük onur duyduğum ve halen genel başkanlığını yürüttüğüm Çağdaş Hukukçular Derneği, hâlâ bu ülkenin en büyük bağımsız gönüllü avukat örgütü; arkadaşlarım önlerindeki her işi bizden güzel yapıyorlar ve dava dosyası diye önümüze koydukları şeyi görüyorsunuz, artık sizin önünüzde. Bu toplatılan sorgumuzu okudum hazırlık yaparken. 11.5 ay tutuklu kalmışız metni kaleme aldığımızda. Çok öfkeliymişiz o dönem. Şimdi 76 aydır tutukluyuz, geriye bakınca gülümsüyorum ne öfkeymiş diye. Bu saçmalığı hangi raddeye vardırabileceğiniz hakkında öngörüm tutmamış. 10 yıldır aynı saçmalığı sürdürüyorsunuz. Tutturdum dersem gerçek olmaz. Neden bir dava 10 yıl sürer Sayın Başkan? Mesela şu yukarıda görülen çok sanıklı dosya. Dosyaya bakın, 200 sanık, 3 gün dahi ara veremiyorlar. 35 gündür üst üste duruşma yapıyorlar. Ne kadar sürdü biliyor musunuz yukarıda sürdürülen dava? Bozmadan sonra 6 ay içinde bitecek. Bu dava neden 10 yıl sürer? Çünkü tuttuğunuz dal çürük, elinizi attığınızda elinizde kalacak. Kimse bu dosyayı bitirecek kişi olmak istememiş. Çok iş yaptık deseniz, tanıklarımızı dinlemediniz. Savcı kendi tanıklarını bile dinletmek istemiyor. Çünkü gerçek insan bile değiller. Sorsalar, polis ‘biz bulamadık öyle bir kişi’ diyecek. Hazırlığa 14 tanık yazıp, 6.5 yıl tutuklu tutacaksınız ama tanıkları dinlemeye gelince, ‘Gerek yok’ diyeceksiniz. Bunları dinlemeye bile cesaret edemiyorsunuz, akıbetini dahi soramıyorsunuz tekit müzekkerelerinizin. Ama bitireceğiz diyorsunuz. Bitirmek kolay, zor olan bu kadar heyetin 10 yılda neden dosyayı bitiremediğini çözebilmenizde. Yirmi altı yıldır avukatlık yapıyorum. Uzun sürmüş davaların yabancısı sayılmam. Örneğin, otuz yıl sürerek nihai karar verilemeden zamanaşımından düşmüş Devrimci Sol Ana Davası’nın son dönemine yetişme fırsatım oldu. Küçük bir kısmı bugün de devam eden Sivas Madımak Katliamı davasında, her birisi onar yılı devirmiş KCK davalarında avukatlık yaptım fakat en uzun davam bunlardan biri değil. Mesleğimin başlarında Malatya’nın Arapkir ilçesinde iki köy arasındaki mera ihtilafını konu alan bir kadastro davası, ben dâhil olduğum sırada otuz beşinci yılındaydı ve ayrıldığımda devam ediyordu. Nasıl sonuçlandığını, kaç avukat ve yargıç daha eskittiğini takip edemedim. Ben davanın on sekizinci ve on dokuzuncu yargıçlarıyla çalışmıştım. Önünüzdeki dosyaya ise bugüne kadar 37 savcı ve 42 hâkim el attı. Başka bir deyişle on yılda seksen kişiyle altından kalkılamamış bir işin sorumluluğunu bu bir haftada üç buçuk imzayla üstleneceksiniz. Neden üç buçuk imza diyorum, heyetin imzası tamdır sorun yok ama savcı beyin mütalaası kendisine ait değil. Yazım, noktalama hatalarıyla birlikte iddianameyi kopyalamış Savcı Bey. Bir utanma olabilir mi acaba buna dair? 37 savcı ve 42 hakim el atmış. Şimdi siz 3.5 imza ile bu 10 yılda bitmemiş dosyayı mı bitireceksiniz? Diyebilirsiniz ki 3500 avukatla bir şey kopartamamışsın, şimdi bize nasıl laf ediyorsun diye. O da bizim ayıbımız olsun. Ama aynı vekaletname belgesinde 2000’in üzerinde avukata yetki belgesi sunulmuş bir dosya da yok tarihte. Bunu da yazın. Bu rakamlar bir ikili karşıtlığı temsil ediyor. Buradaki iki taraf egemenleri ve halkları temsil ediyor. Bu temsiliyet bizim için yeterlidir. İşin özünde, buradaki iki taraf, halkları ve egemenleri temsil etmek için yeterlidir; Birinci Enternasyonal Davası sanığı Eugene Varlin kadar açıklıkla söylüyorum: İlkeler karşısında iki tarafız. Suale cevap vermeliyiz zira temsilini üstlendiğimiz taraflar yüzyıllardır yerli yerinde durmakla birlikte, sizin temsiliyet rolünüzdeki kayma davamızı doğrudan ilgilendirdi. Bu sıra dışı rakamlar üzerine bir değerlendirme yapmamız gerekiyor; benim önerim, Karacoğlan’ın şu güzel dizesini düşünerek başlamak: “Sual eylen bizden evvel gelene, Kim varımış biz burada yoğiken”. Elbette ne siz kürsüde ilksiniz ne de siyasi tutsaklık bizimle başladı. Ancak bu ülkenin yargısal iklimini anlayabilmek, hiç değilse son on yılda gelip geçenin dosyayla ilgisini kavrayabilmek için hem sizin hem de bizim cevap vermemiz gereken sorulardan birisi budur. Ancak sizin temsilinizde bir kopuntu var. Biz ilk gün kimlersek bugün de buradayız. Ancak sizin temsiliyet kopuntunuz hakkında biraz konuşalım. Ben Mehmet Ağar’ın Adalet Bakanlığı yaptığını gördüm. Polis şefi, kontrgerilla, çete üyesi. Ben demiyorum, Yargıtay kesin hükümle tespit etmiş. Susurluk çetesi lideri. Hakaret etmek için söylemiyorum, bir tespit. Onun bakanlığında, diğer adalet bakanları döneminde, Bekir Bey zaten buranın gediklisi, onun döneminde de bana dava açıldı. Her bakanın döneminde bana dava açıldı, şimdi gelinen aşamada muhatabım sizsiniz, o yüzden size konuşuyorum. Ne oldu sizin orada diye soralım, siz usulen bana cevap veremeyeceksiniz, vereceğiniz cevap varsa gerekçeli kararınıza yazacaksınız, ben yine de sizin mesleğinizde olanları anlatayım. Bu dava bana açıldığında hakim, savcılar 10 bin kişiydiniz. O dönem gruplaşmalarınız başlamıştı, bir dalgalanmanız vardı ancak hala itibarlı kabul edildiğiniz bir dönemdi. 37 yıl devlete çalıştı benim babam. Benim bütün yaşamım aranızda geçti. İtibarın ne olduğunu bilebilecek olduğum için bunun tespitini yapabiliyorum. Paradan bahsetmiyorum. 37 sene üst düzey bürokrat olarak çalışıp kirada öldü benim babam. İtibarın ne olduğunu buradan biliyorum. Öldüğünde hapishanedeydim. Kelepçeli halde cenazesine götürdünüz beni. Bugün bütün itibarınızı kaybettiğinizi görüyorum. Bu 10 yıl boyunca bütün varlık zemininizi kaybettiniz. Yarınıza yakınınız meslekten atıldı, tenzili rütbe gördünüz, birbirinizi tutukladınız, birbirinize işkence yapılmasına göz yumdunuz. Bu 10 yıl içinde bütün kirli çamaşırlarınız döküldü ortaya. Yarınıza yakınınız dibine kadar suça bulaşmış. İşkence konusunun altını çizeyim. 15 Temmuz’dan sonra Hakim ve Savcıları hakimlik yaptıkları koridorlarda ters kelepçeleyip, götürüp onlara işkence ettiklerinde bunu yapamazsınız dedik. Bir kez ağzınızı açmadınız. Meslektaşlarınıza işkence yapıldığını Ankara Barosu Genel Kurulu’nda söyledim. Zannediyorum kamuya açık bir alanda da ilk defa söyleniyordu. Kime yapıldığına bakarak göz çeviremeyiz dedim. Bize dediler ki ‘Siz solcusunuz, bunlar size dava açanlar, size ne?’. Bize dava açanlara, kolumuzu kıranlara dahi yapılan işkenceye göz yummayacağız. Bugün beni görünce hapishanede başını aşağı eğiyorlar bu insanlar. O, 5 bin açığı siyasi parti teşkilatlarından tamamladınız. Sayı açığı kapatıldı. Ancak sorunun sayı olmadığını hala anlayamadınız. Hadi onlar kendi ideolojileri sebebiyle bu suçları işlediler. Yerine doldurduğunuz gençler daha popüler suçların bağımlısı çıktılar. Rüşvet aldığınız, uyuşturucu kaçırdığınız, beraat ve tahliye borsası kurduğunuz suçlamalarıyla davalar açılıyor. Saydığım örnekler dışında bizim dosyamızla ilgili olanlar da var. Bizim dosyanın savcıları güzel bir borsa kurmuşlar, yargılandığınız cemaat dosyasını söyleyip cezadan kurtuluyorsunuz. Mesela ‘Dubai Masası Dedesi’ lakaplı Ağır Ceza Mahkemesi başkanlarınız var. Gözümüzden kaçıp, bizim mesleğe kendini atmaya çalışmış, askı süresinde bilseydim itiraz ederdim. Bizim İddianameyi yazan Adem’den Osman’ın uyuşturucu suçlarına geldik şimdi. Daha çok var, aklımda tutuyor da değilim ama profiliniz çok zengin. Bana 20 yıldır aynı davayı açıyorsunuz, adamlar neler denemiş. Yaratıcı bir suçlu profili değilim. Benim dosyama el atan hakim ve savcıların listesini tutuyorum, ne yaptıklarını ömrüm boyunca takip edeceğim. Şimdi 15 tanesinin yanında suçlu tiki var. Hepsini aklımda tutuyor muyum? Hayır. Herkesin kaydını tutmak zor ancak bu dosyaya eli değmiş yetmiş dokuz kişinin isim ve soy isimleriyle sicil numaralarını saklıyorum. Sağ olduğum sürece, önünüzdeki dosyanın bize ve mesleğimize verdiği zarara ortak olmuş bu insanların mesleki akıbetini takip edeceğim, her suça bulaştıklarında yanlarına bir tik daha atacağım ama bu kadarla bırakırsam hobiden ibaret olur. Mesleki yaşamları boyunca,hak etmedikleri kariyerlere talip yahut sahip olduklarında itiraz edeceğim; emekli olduklarında avukatlık yapmaya kalkarlarsa, yirmi beş avukata on yıl boyunca bu muameleyi reva görmüş hiç kimsenin güzelim mesleğimize sızmaması için mücadele edeceğim. Kısacası, korkarım bir “takipçi” sahibi oldunuz. Yaşamımız -en azından benim ve benim yetiştirdiğim avukatların yaşamı- boyunca, sizi izleyip performansınızı takdir edecek ve hikâyenizi tarihe taşıyacak dikkatli izleyiciler kazandınız da denebilir. Velhasıl, “helalleşmeyeceğiz”. Velhasıl, helalleşmeyeceğiz. Sevdiğimiz insanlar öldü, sevdiklerimizden, çocuklarımızdan ayrı kaldık bizi kapattığınız için . Bu dava sizinle bitecekse 79 kişi ile bitiyor, bu 79 kişi ile helalleşmeyeceğimizi bilin. Şimdi bize gelelim. Biz ne ilk tutuklanan avukatız ne de son oluruz. 90’lı yılların başından bu yana siyasi saiklerle tutuklanan avukatların tamamının ismini hatırlıyoruz. 2013’te kapatıldığımızda bir furyanın son dalgasına yetiştirilmiştik. Birkaç bin ulusalcı ve laik-devletçi sivil asker kadronun, yazar-çizerin, öğretim üyesinin tasfiyesine denk gelmişti, hapishaneler doluydu. 2017’deki ikinci gelişimiz (tutuklanışımız) yine bir başka olağanüstü halin devamıydı, bu sefer yaklaşık kırk bin siyasal İslamcı ve on bin kadar Kürt yurtseverini hapishaneye doldurmuş durumdaydınız. Venedik kriterleri temel alınmış herhangi bir anayasal rejimde, yetişkin nüfus açısından yüz bin kişiye düşen terörist sayısında dünya ortalamasının yaklaşık elli kat üstüne çıkmış durumdasınız. Bu rakamlar çok ürkütücü: 30 bin, 40 bin. Ben avukat olduğumda 5 bin tane ‘terörist’ vardı. Ne oldu Sayın Başkan? Nüfusta mı patlama oldu? Yetişkin nüfus başına dünyadaki ortalama ‘terörist’ 50 katına varmışız, Venedik Komisyonu raporları diyor. Neden Sayın Başkan? Elbette ülkenin havası veya suyunda insanları teröristliğe teşvik eden epidemik bir cevher olduğunu düşünmek yerine, yönetemez hale geldiğinizi tespit etmek daha makul olur. Bırakın devrimci mücadeleyi, basitçe sıradan siyasal muhalefeti hatta yaşam tarzı farkını hapishanesiz çekip çeviremeyecek durumdasınız. Pop şarkıcılarının, internet fenomenlerinin hakkından bile başka türlü gelemiyorsunuz. Kimleri tutukladığınızı görünce, insan hapiste yattığı için sızlanmaktan utanıyor. Kimseye siyasal akıbeti konusunda akıl vermek isteğinde yahut pozisyonunda değiliz ancak durumu tespit edebilmek açısından şunu söylememe izin verin: Aranızda hiçbir ideolojik, politik, mezhepsel, ırksal çatışma bulunmayan bir milyon kişiye yakın mütedeyyin insandan -sadece üst katmanlardaki çıkar ve rant kavgası nedeniyle- aileleri ile birlikte terör suçlusu veya gözde tabirinizle “iltisaklısı” yaratmayı başardınız. Venedik Komisyonunun da dediği gibi ‘terör’ tanımınız yanlış, ‘terörist’ tanımınız yanlış, ‘örgüt üyeliği’ tanımınız yanlış. Bana sorarsanız her şeyiniz yanlış ancak onlar bu kadar ile ifade edebiliyorlar. Ben sosyalistim. Bunlar benim ait olmadığım liberal kaideler. Bunlar sizin kendinizi ait hissettiğiniz veya iddia ettiğiniz kaideler. Ne yaptığınızı görebilin diye paylaşıyorum. Herkes ‘terör iltisaklısı’. Peki adliyeyi temizlemiş mi oldunuz sayın Başkan? Bir kısmınız hapiste bir kısmınız kürsüde ama yıkama suyuyla birlikte bebeği de çöpe attınız, tüm meşruiyetinizi yitirdiniz. Agâh Oktay Güner’in bir başka zaman ve zemin için sarf ettiği sözler yeniden anlam kazandı: “ Kendisi hapiste fikri iktidarda” bir “objektif cemaatçilik” halindesiniz. Cemaatçileri içeri attınız da ne oldu? Adamlar hapiste fikirleri iktidarda demişlerdi bir zamanlar. Onların sahte evraklarını, delillerini yeniden kıymetlendiriyorsunuz şimdi. Onlar içerde, fikirleri iktidarda. Onların kuvvetler ayrılığını inşa için kullandıkları “imamet sistemi” dikey hiyerarşiyi sakatlayarak başarıya ulaşmıştı, sizin ise yatay basınçtan soluğunuz kesilmiş durumda. Selefinizin vizyon, imkan ve kapasitesine sahip olmadan pratiğini taklit etmenin başarıyı garanti etmediğini göreceksiniz. Doğru duydunuz, tam olarak söylediğim şeyi kastettim. Eğer kuvvetler ayrılığından murat yargının kendisini yürütmeden ayırabilmesiyse, ülke tarihinde ciddiye alınabilecek tek başarı Gülen Cemaati sayesinde yakalanmıştır. Nereden biliyorum, bizim soruşturmamızın devam ettiği süreçte, aynı kişiler Başbakan ve Bakanların oğulları hakkında ve Mit Müsteşarı hakkında soruşturma yürütüyorlardı. Ancak biz daha önce de uyanıkmışız, bunların neler çevirdiğini fark edip, 2013 yılındaki savunmamızda değinmişiz. Siz onların bakan çocukları hakkında yürüttüğü soruşturmanın boğazınızdan geçecemeyeceğini düşündünüz, takipsizlik kararı verdiniz. Bizi yutulabilecek lokma saydınız ki bizi ısırdıklarında göz yumdunuz. O dosyalarda hukuka aykırı delil tartışmışsınız sayfalarca, şimdi bizi küçük lokma sayıp görmezden geliyorsunuz. O iş öyle değil Sayın Başkan. Biz kolay lokma değiliz, öyle düşünüyorsanız da değiştirin. Cemaatçilerin açtığı dava ile Ahmet Mehmet bir araya gelip karara çıkaralım diyemezsiniz, diyemeyeceksiniz. Biz öyle lokma değiliz. Montesquieu’nün toprak soyluluğu yararına umduğu yargısal koruma yahut burjuva liberal parlamento demokrasisinin parlattığı fren-denge anlamıyla kuvvetler ayrılığı benim açımdan değerden yoksun. Ben sosyalistim. Devlet üzerine kendime yetecek teorim var, daha önemlisi mesele hakkında kişisel deneyime dayalı fikir sahibiyim. Ceza Adaleti açısından üçüncü taraf zaten bizzat devlet anlamına gelir fakat bu; “bir üçüncü gibi müdahale ederken şiddetten muaf olduğu veya siyasal güçle ilişkisiz olduğu anlamına gelmez; kendine has bir şiddet edimi olmayı ve siyasal gücün belirli bir kullanımından ibaret kalmayı sürdürür. Kesin olan şey, hukukun adaletinin iki değil üç kişinin bulunduğu bir sahnede oynan kendine has bir tahakküm gösterisi olduğudur. Elbette her devlet kolaylıkla insan öldürebilir, insanların yaşamlarını çekilmez veya yoksulluklarını sürekli hale getirebilir; büyük marifet sayılmaz: Siyasal iktidar yoksullar ve direnenler için zaten bu demektir. Ancak, bunu hukuksal bir tahakküm “tarzında”; şiddetin niteliğini dönüştürerek sürdürmek ihtiyacındaysa hukuk “yapması” gerekir. Hukuksal tahakkümü, başkaca tahakküm tarzlarından ayıran şey, kendini üçüncü taraf olarak sunan bir gücün tahakkümü olmasıdır. Bunu kendim için söylemiyorum. Soma için söylüyorum. Yargıtay Ceza Dairesi oy birliği ile bir karar veriyor, diyor ki olası kasıt var. Bu kararı duyduğum gün dedim ki, bunu böyle bırakmazlar. Maden patronlarını hapis cezasıyla tehdit edecek bir hükümet değildi bu. İtiraz ederler sanıyordum. Ne yaptılar Sayın Başkan? Basit matematik yaptılar, 5 üyenin 3’ünü aynı gün aynı anda üye atayıp, kararı oy çokluğuyla çıkacak hale getirip, değiştirdiler. Bu tip sahtekarlıklar için verdiğiniz paraya yazık. Böyle tahakküm kurulmaz. Aynı gün 3 üye atayıp karar değiştirebiliyorsanız tüm teşkilat size masraf Sayın Başkan. Böyle bir şeyi asla kabul etmeyeceğiz. Bizi tutuklamakla falan olmaz o iş. Bunu hukuk diye bize yutturamayacaksınız. Bu davada bizi tutukladılar, dövdüler, mallarımıza el koydular, yağmaladılar. Bunların hepsi suç. Burada bir numara yapmanız lazım. “Hürriyeti tahdit” eyleminizi “gözaltı” diye yutturmanız lazım. Yağma fiillerinizi “arama ve el koyma” diye yutturabilirdiniz. Beceremediniz bunları. Bu kadar basit iş yaptınız bu dosyada, böyle de tahakküm olmaz. Siyasi dava böyle görülür diyorsanız bunu kabul ediyorum. Ben kendi adıma dostu da düşmanı da tanımayı kabul ediyorum. Cemaat ile devamlılığınızı açıkça itiraf edebilmenizi beklemiyoruz. Ancak bu kopuntu yokmuş gibi davranamazsınız. Duruşma savcıları,arada gerçekleştiği varsayılan skandal kopuntuya rağmen,iddianame savcısının basit,açık ve aslında hukuksal açıdan işe yaramaz olduğu bilinen üç paragrafını -yazım hatalarıyla birlikte- kopyalamış ve aylardır “esas hakkında görüşü” olarak ileri sürüyor. Siz şunu diyorsunuz, cemaatçilerin başbakan ve oğulları hakkında söyledikleri her şey uydurma ama sizin hakkınızda söyledikleri doğru. Ya da başbakan ve oğulları hakkında söylenenlerin de doğru olduğunu biliyorsunuz ve kabul ediyorsunuz. Niye? Örneğin “Gezi” davasının son savcıları kadar “yeniden değerleme” yapacak enerjisi mi yok? İddianameyi çok başarılı, çok iyi mi buluyor? Gezi davasını hazırlayan ekip bizimkiyle aynı. O davanın savcısı en azından, dil ve anlam eksikliği olmakla birlikte bir mütalaa vermiş, istenen cezada bir değişiklik yok ama en azından vermiş. Siz de o enerji de mi yok? Adem açıkça benim hakkımda yalan söylemiş. Bana örgüt üyesi demiş, basit bir yalan. Bazı dijitaller buldum, tanıkların ifadesini aldım, bu örgüt üyesidir demiş. Yapılacak iş dijitalleri incelemek ve tanıkları dinlemektir. Peki 10 yıl boyunca bu tanıkları dinlememek, 9 yıl boyunca -siz buldunuz birden- dijitalleri bulamamak nedir peki? Eksik bilmek yalancılar için hiç bilmemekten çok daha tehlikelidir. Öncelikle; “Goebbels hiçbir zaman yalanları tekrarlamanın Nazizm için çok önemli olduğunu dillendirmedi, ama 1941’de “Churchill’in Yalan Fabrikası” ile ilgili olarak şunları söyledi: İngiliz’in prensibi şudur: Yalan söylüyorsan tamam söyle, ama her şeyden önemlisi yalanına bağlı kal” 1942’de günlüğüne şu notu düşmüştü: “Propagandanın özü basitlik ve tekrardır”. Sizler, mütalaanızı tekrar ediyorsunuz celselerdir. Taleplerimizi reddediyorsunuz celselerdir. Ne kadar söylerseniz o kadar doğru olacağını mı düşünüyorsunuz? O iş öyle değil. Yönetimler, kullandığı kişilere çok vefalı duruyor olabilir ancak öyle değildir. Biraz işler karışınca neler yapıyorlar, dönüp hapishanelerdeki hakim ve savcılara bakın. Bugün gelip yerinize geri otursalar ne dediğimi anlarlar. Faşistler daima ne olduklarını inkâr ederler ve totaliter politikalarını düşmana atfederler; dosyamızda jenerik bir örnek var: “Çağrılmadan Gelen Süleyman”. Avukat Süleyman Taşbaş, cemaatin kadrolu joker avukatıydı. Bu kişi benim hakkımda soruşturma başlatılmasına sebep olan kişi. Bize diyorsunuz ki ‘bu adamların (sahtecilikten yargılanan polislerin) ne yaptığını biliyorum, bana bu dosyada ne yaptıklarını söyleyin?’ Avukat Süleyman söylemiş ‘beni çağırırlardı, gelir ifadeyi imzalar, zarfta paramı alırdım’ diyor. Kâğıt üstünde, “sanık müdafiidir” ama sanık tarafından çağrılmamıştır. Onun için “Çağrılmayan Süleyman”. Baro tarafından da görevlendirilmemiştir. O, örgüt avukatıdır: Talimatını ve parasını örgütten alır. Söylediklerine inanılabilir mi? İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı inanmış iddianame hazırlamış, ağır ceza mahkemesi heyeti ciddiye almış hüküm kurmuş. Biz de şimdilik inanalım. Süleyman bu işleri tek başına yapmamış, örgütünde polisler ve savcılar var. İrtibatlı olduğu Cumhuriyet Savcısı kim? Âdem Özcan: İddianame savcımız. Talimat aldığı polisler kim? Ömer, Serdar, Osman, Ali Fuat, Ali İhsan, Ferdi: Bizim fezlekemizin de prensleri. Bu işler ne zaman nerede oluyor? 2012 Ekim. İstanbul’da; bizim soruşturmamızın başlamasından bir hafta önce, soruşturmamızın açılmasına neden olacak ifadenin oluşturulmasından söz ediyoruz: Selçuk Aymaz. Hakkımızda soruşturma başlatabilmek için kullanılan “DHKP-C davası şüphelileri gözaltına alındığında çağrı olmadan soruşturmaya örgüt talimatıyla dâhil olmak” cümlesinin rol modelini böylece tanıyabiliyoruz. Avukat itirafçı olmuş; polisler, savcılar, hakime tutuklandı. E bir tek Selçuk kalıyor. Neden dinlemediniz bu adamı? Neyinden korktunuz? Bize soruşturma başlatılmasına neden olan tanığın neyinden korktunuz da bu salona getirip dinlemediniz? Diğer dosyada çağırdılar, anlatmışlar. Niye burada çağırmıyorsunuz? Siz burada sahtecilik bulamıyorsanız olmadığı anlamına mı geliyor yoksa görmek istemediğiniz anlamına mı geliyor? Süleyman’a sormuşlar hangi savcı ile çalışırdın, Adem demiş. Bizim iddianame savcımız. Hangi polisle çalışırdın demişler, tamamı bizim fezlekeyi hazırlayan polisler. Başka zamandır o derseniz, tamamı diğer dosya ile aynı hafta gerçekleşmiş. Bunlar onların işiydi ama meslektaşlarım bilsin, kamuoyu bilsin, karar sizde artık, bu iş sizin işiniz artık. Ama siz de bilin ki tüm bunları bilerek hala aynı iddianameyi yazmak bilerek ve isteyerek suçtur. Çocuğun (itirafçının) önüne 341 kişi koymuşlar, tamamına örgüt üyesidir kod adını da vereyim demiş. Dinlemek istemiyor musunuz? Bizim tanığımız da değil, savcının tanığı. Dinlemek bile istemiyor. Bunun gibi 14 tanık, hiçbirini dinletmiyor. Çünkü yok bu tanıklar. Bize diyorsunuz ki, “örgüt üyelerinin gözaltılarını takip etmeye çağrılmadan geldiniz.” dosyanın özeti avukatlığımız. Bunun nereden uydurduklarını görüyoruz. Çünkü ellerinde “Çağrılmadan Gelen Süleyman” var. Bir örgüt avukatı var. Bizim dosyamızdaki bu iddianın rol modeli odur. Çok tekrar edersen yalana belki onlar inanır ama sen inanmayacaksın. Savcı Adem yalan söylediğini bildiği için şimdi firari. Siz (savcılık makamına) aynı iddianameyi mütalaa olarak yazıyorsanız artık konumuz Adem değil, sizsiniz. Beni Türkiye’nin, Kıbrıs’ın ve Türki Cumhuriyetlerin en elek üstü kara para, kumar ve organize suç örgütü liderliğiyle suçlanan kişilerle aynı hapishanede tutuyorsunuz. Bu adamlardan tahliye karşılığında kimlerin para istediği ve hele ki istenen rakamlar üzerine benim birinci elden duyduklarımı duysanız, maaşlarınız hakkında karamsarlığa kapılırdınız. Hakkımızda bir hüküm kurmaya hazırlanıyorsunuz. Her karar bir performatif şiddet eylemi. Bundan kaygılanmamız gerekiyor. Bizim iddiamız da korkmadığımız değildir. Bizi kapattınız, yakınlarımız öldü, acı ve eziyet çektiriyorsunuz. “Korku ile Umut Arasında” yaşamak dinlerin sömürdüğü bir alandır. Aziz Augustinus’un da Muhiyiddin E’n-Mevevi’nin de temel meselesi budur. Biz umutluyuz ama sizin olan bir şeyden değil, kendimizden, meslektaşlarımızdan umutluyuz. Hüküm sanığı korku bayrağıyla korkutmaktır. Bir hüküm verecekseniz. Sizi durdurmak için bu kadar konuşuyoruz. Bu korku bayrağına biz teslim olmayız. Kurduğunuz hüküm yüzünden avukatlıktan men edilebilirim. Dolayısıyla endişeleniyoruz. Ancak umudumuz da var, umudumuz elimizde olandadır. Meslektaşlarımızdan, yoldaşlarımızdan umudumuz var. Mahkemeden, hapisten, tutuklanmaktan korktuğumu sanmayın, bizi hapisle korkutamazsınız ancak telafisi olmayan zararları vermemeniz için ısrar ediyorum. Buraya gelen herkes bu ısrarı onurlandırmaya geldiler. Haklılığımızı onurlandırıyorlar. Bu ısrarın -en basit örneği bu salonu dolduran insanların bizi yalnız bırakmama tutumunda görülebileceği üzere- defalarca onurlandırıldığını söyleyebilirim. Bununla da sınırlı değil; ben hala Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Genel Başkanıyım. utsak olarak çıktığım her üç genel kurula da hapishaneden yazılı mesajla katılabildim ama meslektaşlarım beni bu göreve uygun bulmaya devam ediyorlar. Ayrıca; yakın zamana kadar -yine hapisten seçilerek- Avrupa Demokrat Avukatlar (AED) örgütü ikinci başkanıydım. Demokrasi ve İnsan Hakları için Avrupalı Hukukçular (ELDH) ve Uluslararası Demokrat Avukatlar (IADL) örgütlerinin hala yönetim kurulu üyesiyim. Girişi bitirdiğime göre artık başlayayım. Bu savunmada sadece Ebru’dan bahsedip bitirseydim içim daha rahat ederdi ve asıl olarak bunu istiyorum. Ama Ebru yaşasaydı “abi söyleyelim sözümüzü” derdi. Bu sebeple sözlerimizi söylüyorum. Ebru’yu el birliğiyle katlettiniz. Yargıtay, mahkeme el birliğiyle Ebru’yu katlettiniz. Ebru hakkındaki bozma kararını açıklama için Ebru’nun ölmesini beklediler. Ebru’nun 1 hafta bir zamanı olmadığı biliyorlardı, beklediler. Ebru’nun ölümü bu dosyanın kıyametidir. Kıyametin iki anlamı ve birisi aydınlanmadır. Bu sebeple kıyamettir diyorum. Ebru’nun ölümü bu dosyanın örtüsünü kaldırdı, Ebru’nun ölümü, şehitliği bu dosyanın aydınlanmasıdır. Ebru’nun şehitliği, ‘örgüt üyesi olduğu için’ denilen bir şey değil, ya da biz çok dindar olduğumuz için şehit demiyoruz. Bizi dinlerseniz şehidin tarihsel ve etimolojik kökenini anlarsınız. Şehit şahit olma kökünden gelir. Ebru’nun bu dosyada şahit olduğu şey, gelecekte kurmak istediğimiz topluma dair şahitliktir. Bu dosya hakkında şahit arıyorsanız Ebru’nun şahitliğine bakacaksınız, getiremediğiniz 14 kişiye değil. Şehit, zulme karşı kendi direnişini şahit göstererek, aydınlanmasını paylaşarak, dünya üzerinde toplumsallaştırılmaya en az elverişli olan şeyi, yani bizzat ölümünü toplumsallaştırarak toplumun geleceğine kefil olur. Ebru da tam bu nedenle öldü. Onun Avukat kimliğiyle ölümünün sadece bizim mesleğimizi değil sizinkini de ne kadar ilgilendiriyor olduğunu önümüzdeki yıllarda göreceksiniz. Katledilen Güney Afrikalı Avukat Steve Biko için yazılan şiirde şöyle denir; “Ülkedeki en iyi avukat / Sizin sesinizdi / Sizin sesiniz / Ne önemi var söylenenlerin / Bir soruşturmada, en iyi avukatlar / Konuşurlar ölümü göze alarak, ölürler sonra” Biko, devlet tarafından katledilmişti. Şiir, devletlerin düşmanlarını yasadışı yollarla ortadan kaldırmasının tarihsel tanıklığından yahut ağıtından ibaret değildir. Öldürülen avukattır, ödenecek bedel katil açısından da korkutucu olabilir; “ölümünüz onları bırakabilir soğukta / Bırakabilir soğukta…” Ebru iyi bir avukattı ve ölümünün getireceği soğuğa hazırlıklı olmalısınız.Onun,bir gün geleceğine ölümüyle kefil olduğu toplumun dışındasınız. Adına her yıl verilen ödül, dünyanın ulaştığı her köşesine onun sıcak adını ve onu öldürenlerin soğuk hatırasını taşıyacaktır. Zamanın sizi ısıtmasına veya isimlerinizi aklamasına asla izin vermeyeceğiz. Ebru’nun şehitliği bu davaya aittir ve hatta tamamlayamadan bitirmeye çalıştığınız davanın en önemli hadisesi, yani tek mümkün hükmüdür. Bu ölüm kavranmadan “davanın” anlaşılabilmesi ve tamamlanmış kabul edilmesi mümkün değil. Ebru, firari savcınıza göre, bu davanın en önemli sanığıydı ve iddiaya göre içerisinde insan öldürmeye teşebbüs dahi bulunan bir dizi şiddet eylemiyle anayasal düzeninizi devirmeye çalışmıştı. Geçen on yıl, MİT tarafından çocuk yaşta iğfal edilmiş şizofren bir uyuşturucu bağımlısının bu sahte tabloyu yaratmak ve tek dayanağını oluşturmak üzere kullanıldığını ortaya çıkardı. Ebru’nun adam öldürmeye teşebbüs ettiği iddiası varsa bu adamın bu dosyaya gelmesi gerekmez miydi? Nerede bu adam, yok. Silah nerede, yok. Sözde öldürmeye teşebbüs ettiği kişi hakkında tek bir adli evrak, şikâyet, olay tutanağı yok çünkü hadise bir şizofrenin zihninde olup bitiyor. Hakkında istihbarat toplattığını iddia ettiğiniz insanlar davaya gelip Ebru’nun avukatlığını yaptılar veya onun tanığı olarak isimlerini bildirdiler. Şizofren tanık, başka bir dosyada bana talimatı başkası verdi demiş aynı olay için. Başkaları ceza almış. Başkaları ceza almış ama yaralanan adam hala ortada yok. Siz hala Ebru’yu neyle yargılıyorsunuz! Ebru’yu neden tutukladınız! Ebru’yu neden öldürdünüz! Dağ nerede, kül olmuş. Alın bakın FETÖ/PDY dosyasının mahkeme hükmü. Bana evrak bulun getirin dediniz. Buyurun getirdim, görmek isterseniz. Ortada yaralı yok, silah yok, o olaya ilişkin FETÖ dosyasında hüküm verilmiş ancak size kalsa hala Ebru hakkında müebbet vereceksiniz. Hiç değilse artık bir müzekkere yazın artık, dosyanıza girsin usul açısından dosyanız bozulmasın. “Dosyanın en önemli delili bir başka dosyada hükme bağlanmış, nasıl sormadınız?” demesinler. Müvekkillerinin cenaze törenlerinde yahut ölülerini teslim almak üzere gittiği Adli Tıp morgu önünde fotoğraflarını çekmişsiniz. Madem dosyaya koydunuz, ölümün sizin için de bir tefekkür konusu olduğunu kabul edelim. Ebru’nun ölümünün davanın bütününe sirayetini kavrayabilmek amacıyla, neredeyse on yıl önce, yine bu salonda yapılmış açılış konuşmasının özel bir bölümünü seçtim: Antigone Tragedyası. Hikâyeyi size basitçe hatırlatmama izin verin. Ünlü Oidipus’un bilinen nedenlerle kendini kör ederek iktidarı terk etmesinin ardından, tahta birer yıl dönüşümlü olarak çıkmakta anlaşan oğulları Eteokles ve Polyneikes anlaşmazlık yaşarlar. Eteokles, sırası geldiğinde tahtı kardeşine devretmeye yanaşmaz. Ülkeden sürülen Polyneikes, tahtı ele geçirebilmek için Argos Kralı’nın kızıyla evlenir ve kayınpederinin ordusuyla gelerek Thebai’yi kuşatır. İki kardeş, kentin yedinci kapısı önünde yaptıkları düelloda birbirini öldürür ve tahta dayıları Kreon geçer. Yeni Kral, şehri savunmak için ölen Eteokles’in cenazesini kahramanlara layık bir törenle kaldırır, kardeşi Polyneikes’in ise vahşi hayvanların parçalaması için kırlara atılmasını emreder. İşte Sophokles’in öyküsü burada başlar. Antigone ağabeylerinden birine yapılan haksızlığı kabullenemez ve aynı zamanda müstakbel kayınpederi olan Kralın emrine karşı gelerek cesedin üzerini toprakla örter. Kreon, emrine karşı geldiği gerekçesiyle Antigone’yi ölüme mahkûm eder: Canlı canlı bir kaya mezara konacak ve orada ölecektir. Hikâye bu. Açılış konuşmasında Kreon’un akıbetiyle de ilgilenmişiz ancak şimdi Antigone’ye yoğunlaşabiliriz. Basitçe müvekkillerinin cenazelerini kaldırmakla suçlanan “iyi” Ebru ile onu bu nedenle betondan bir kaya mezarına benzeyen tecrit hapishanesine kapatarak ölümüne neden olan “kötü” iktidarın hikâyesinden söz etmiyoruz. Alegoriye değil, mesele üzerinde açık bir zihinle düşünmeye ihtiyacımız var. Bizim bu hikayeyle bağımız, bizi o tarihte 3 müvekkilimizi gömmekle suçlamışsınız. Bu iddianamenin kapsadığı 1996 yılından kapatıldığım 2017 yılına kadar 700 tane müvekkilimin fiilen cenazesine katıldım, bunları gömdüm. Sayıları karıştırmışsınız. Toplu mezar açtım, madenlerden, garlardan insan topladım. Tam da bu anlamıyla ölülerin avukatlığını yapıyoruz. Issız mezarlıkların ıssıyız. Biz avukatlıktan bunu anlıyoruz. Suç dediğiniz buysa eğer… Müvekkillerimizin cenazelerini kaldırırken birçok adli tıp uzmanı ile çalıştık. Yeri gelmişken anayım, Şebnem Korur Fincancı Türkiye’nın dünya çapında yetiştirdiği en iyi adli tıp uzmanıdır. Bu ülkenin hukukuna onu tutuklayanlardan daha fazla katkısı vardır. Ebru’nun ölümünün bu klasik metinle (Antigone) ilişkisi çok yönlüdür. Evvela her ikisi de basitçe doğrudan katledilmemişler ve her aşamasında fikirlerini değiştirebilecekleri bir sürecin sonunda ölüme neden olanın kendi tercihleri olduğunu idrak ederek yaşamlarını yitirmişlerdir. Yine her ikisi de önce yasaya karşı gelmekle ve devamında eylemleri boyunca, gerçekçi olmamakla, güç dengelerini gözetmemekle, kendilerine yazık etmiş olmakla hatta birazdan üzerinde konuşmak istediğim gibi “kibir” le suçlandılar. Bir başka benzerlik, her ne kadar ilki Thebai’nin son prensesi, ikincisi yetim ve yoksul, zaza, kızılbaş bir komünist bile olsa, her ikisinin de kadın olması. Antigone sayısız feminist okumaya konu olmuştur, buna imkân verecek malzemeyi barındırır ama benim ilgimi çeken, bu kadınların eylemlerinin cinsiyetlerini aşan bir tarihsel ize yol açacak politik niteliği olduğundan işin bu yönünü bilerek dışarıda bırakacağım. Politik niteliğe yapacağım vurgunun bu ölümün kişisel tarafını gözden kaçırmanıza yol açmaması için önce sorayım: Neden Ebru öldü? Bu soru, basitçe cevaplayabileceğimiz “Ebru neden öldü?” sorusundan farklıdır. Ebru devrimci bir avukat olduğu ve zulme karşı direndiği için öldü. Ebru devrimci bir avukattı ve bu nedenle öldü. Beni böyle yargılayamazsınız, dedi ve öldü. Ama onun kişisel yönlerinden bahsetmeden bunu söyleyip geçmek istemiyorum. Başka bir soru, neden Ebru öldü, neden ben sağım? Hepimiz açlık grevindeydik, direndik, yapamazsınız böyle dedik. Üzerimizden fırtına gibi geçtiler, hiçbir usul kuralı uygulanmadı. Neden Ebru sorusunun cevabı, bana sorarsanız, ezilen ve direnen insanın kendi şahsında birleştiği bir kişiydi. 16 yaşında doğurduğu kızını gerektiğinde temizliğe giderek büyüten bir kadının kızıydı. Ebru doğduğu gün bıçağa ayrılmış bir kadındı. Yoksulluğu aştı, yetimliği aştı ve buna rağmen kafa tuttu ve bunu kaldıramadınız. Ebru’yu hazmedemediniz. Bir ezilenin direnmesine tahammül edemediniz. Yargıtay dedi ki, önce ölecek ve sonra o karar yazılacak. Önce öldü ve sonra kararı yazdılar. O öldü ve siz hala Ebru’yu yargılamaya çalışıyorsunuz. “Çünkü kuyudur bazı çocukları söylemek / görmez kimse, göz göz olur insan.” diyor Varol ve ekliyor; “su ve ateş / kuyu ve dağ birdir / bazı çocuklar kalır / bazı çocuklar bıçak içindir” Ebru bıçak için doğmuş bir çocuktu, buna tahammül edemediniz. Baroya fotoğrafı asıldığında çıkıp Bakan dedi ki, “teröristin fotoğrafını astırmayız; diğer Bakan çıkıp dedi ki “teröristin cenazesi”. Şimdi bakıyoruz ve görüyoruz ki sahte bir adam öldürmeye teşebbüs davasıymış ve bir başka dosyada hükme bağlanmış bir olaymış. Ebru’nun dayısına dava açtılar. Yeğenim diye hastane kapısında gezen adama. Onun fotoğrafına, onun cenazesine, onun dayısına laf uzattığınızda artık bu sınıf kavgası değil, sokak kavgası olur. Başa dönelim. Bu yargılamanın bu şekilde sürdürülmesinin mümkün olmadığını belirttiler bana meslektaşlarım. Ben avukat olsaydım, bana bu savunmayı yaptırmazdım bu koşullarda, dosyanın ertelenmesi lazım, taleplerimizin kabul edilmesi lazım, savunma verme, derdim. Bundan 24 yıl evvel elde edildiği iddia edilen bir dijital malzeme var, 17 yıl önce incelenip savcılık emanetine kaldırıldığı söyleniyor. 10 yıl boyunca her heyetten getirilmesini istedik, haklarını yemeyelim hepsi de Emniyet’e tekit müzekkeresi yazdılar. Hakkımızdaki delilleri mahkemeye getirmeye çalışıyoruz yani. Savcılık asla cevap vermedi. Bugüne kadar “kütükler bendedir, alın buyurun” diyemedi. 9 yıl boyunca bu oyunu oynadılar. Bu sene bir sabah gelip dediniz ki, alın buyrun kütükler. Kütük gelince hepimiz sevindik. Çünkü bu kütükler hayatımızdan söz ediyordu, sevincimizin sebebi bu metinlerin yalanlığını artık koyabilecek olmamızdandır. Falanca kente gitmiş, falanca hapishaneye gitmişler, falan filan. Elbette yalan tamamı. 22 kalem inceleme başlığı talep ettik, ATK’den bundan sorulsun istedik. Siz tek bir soru sormak istediniz, “dosyadaki evraklar bu dijitalden mi basılmış?” diye sordunuz. Bizim sorularımızı sorsaydınız dün akşama kadar kalmayacaktı bu iş. Neyse. ATK 4 ay bu evrakları elinde tuttu ve 11 sayfalık bir üst yazı ile bu dijital kütükleri ve imajları size iade etti. İlginç bir vaka var. Israrla 7. sayfayı okudunuz mu diye sorup durdunuz. Ömrümüz dijital kütük ve ATK raporu okumakla geçmiş insanlar olarak ne demek istediğinizi bir türlü anlamadık. Sanıyoruz ki bu 7. sayfada “Basılı evraklar dijitalde var, şu şu sayfada bulunmaktadır” cevabı vermeye çalışıyorsunuz. Oysa bu yazmıyor bu raporda. Türkiye, Hollanda ve Belçika’ya yazmış, bu evrakları Türkiye’ye gönderin demiş. Meslektaşlarımız çok uzun anlatacaklar ben kısaca söyleyeceğim. Belçika ve Hollanda adli istinabe talebini reddetmiş. 2005 yılından beri istemişler bu evrakları. Hollanda ve Belçika ısrarla bu isteğe cevap vermemişler. En son telefonda demişler ki ” bizim polisler sizin polislere bir dvd vermiş, siz kendi polisinize sorun, artık bize sormayın. Kime sormuşlar peki bunu? Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığına yazmış savcı. “Bu dvd sizdeymiş, bana gönderin demiş” Böyle bir şey olabilir mi aranızda devlet işinden anlayan var mı? Ramazan Akyürek, 6 tane hard diski, 3 tane DVD’yi Fikret’e veriyor. Fikret yazık çok ceza yedi evrak sahteciliğinden. Ramazan, Fikret’e ne verdi? Bilmiyoruz. Nereden aldı da verdi? Bilmiyoruz. Ramazan Fikret’e verirken nasıl oluyorsa 1 CD, 2 CD oluyor. Adli Tıp Raporu diyor ki, hard disklerde bir şey yok, DVD’lerde bir şey yok. Tek bir CD’de 2 meselede eşleşme var. Peki o CD hangi CD? Ramazan’ın 2. CD’si. CD’nin oluşturulma tarihi farklı, oluşturulma yeri Türkiye, Ramazan almış koymuş bu CD’ye bunları Türkiye’de. Bu anlattıklarım Hollanda içindi. Şimdi Belçika’ya geçelim. Size Belçika’ya sorun dedim. Dava sürüncemede kalıyor dediniz. Ben bu kadar yıldır tutukluyum dava sürüncemede değil. Adli istinabeye sormaya gelince dava sürüncemede. Siz sormadığınız için ben Belçika’da, bu belgerler yapılan yargılamanın davasında avukatlık yapan meslektaşımıza sordum. Meslektaşım çok net açıklamış, bu dijitaller avukatlara incelettirilmedi, bu yüzden Belçika bu dijitallerin delil olarak kullanılmasına izin vermiyor. Belçika delil olarak kullanmadığı şeyi size vermemiş tabi ki. Belçika’ya polis göndermişsiniz. Yasadışı yolla bu dijitalleri bir DVD’ye koymuşlar. Bu şekilde alınan dijitalleri bize adli istinabe yoluyla aldık diye yutturmaya çalışıyorsunuz. Ben meselenin bu kısmına odaklanacaktım. Bunların hiçbiri bir yerde bulunmuş değil, el konulmuş değil, el koyma tutanağı yok, bir şey yok. Bir anda sormuşlar, Ramazan hatırlayıvermiş kendisinde olduğunda. Bir tane de ek CD koymuş. Bunu da ATK incelemiş, iki adet eşleşme olmuş ancak nerede eşleşme, o da yok, eşleşmeler de Ramazan’ın meşhur CD’sinde. Meslektaşlarımız bizim dosyamızda hakkımızda bulunan tüm dijital içeriği olduğunu söyledikleri şeyleri, 300 kalem evrakı incelediler. Cemaat olsa ATK’ye sorardı, ATK derdi ki, “TAM DA RAMAZAN’IN DEDİĞİ GİBİ!” Ama sizin elinizde böyle kadrolar yok. Beceremiyorsunuz. O yüzden yıllar sonra bu dijitallerin içinde sizin söylediğiniz şeylerin olmadığını ortaya çıkarabiliyoruz. Bu dijitallerde sizin söylediğiniz şeylerin bir kısmı yok, bir kısmı “dijitallerin şurasında” dediğiniz yerde değil. Adli Tıp kıvırıyor. Siz korkmalısınız. Adli Tıp demiş ki, bunlar burada yok dersem devlet üzülür. Var, desem, devran döner başıma iş gelir. Adli Tıp bu yüzden saçma sapan bir rapor vermiş, topu size atmış, bir arama motoru yapmış, “aratın, bakın, içinde var mı yok mu?” demiş. ATK’nin neden böyle saçma sapan bir rapor verdiğini ancak dün kavrayabildik. Bu kadar büyük skandalı biz de beklemiyorduk. 15 Temmuz olmasaydı Cemaat bu kadar rezil duruma düşmezdi, bir şekilde toparlarlardı. Şimdi sizden medet umuyorlar. Bu üç hakim ve savcıya bize duydukları kinden yuttururlar mı, onu bekliyorlar. Bu adamlar sahtekar, bu adamlar ahlaksız, işlerine muteber derseniz başınıza iş gelir dedik. İşte o gün bugün. Çok büyük bir skandalla karşı karşıyasınız. “Buldum” diye sevindiğiniz dijitaller yalanmış, sahtekarlıkmış. Bu dijitaller incelendi o iş sahte. O çuvalı bu dosyaya getirdiniz. O çuvalın sırrı, açılmadan bize ceza verilmesiydi. Özgür’e o çuval açılmadan ceza verildi, kesinleşti. Behiç ve Aytaç buradan hükümlü. Siz hata edip açtınız, sırrı bozuldu. O iş sahte. Cemaat dönemindeki Savcılık olsa o çuval yerine size sahte çuval yollanırdı, ATK “tam da o” raporu yollardı, Ramazan gelir bunlar gerçek derdi. Maalesef o çuvalı açan size kaldı tüm yük. Bana kalırsa bu iş nasıl olmuş. Polisler o ülkeye gitmiş, üç beş bir şey öğrenmişler, bizi götürmeye yetmeyeceğini fark etmişler, kendileri bir şeyler uydurmuşlar. Benim tespit ettiğim 15 ayrı makam bu dijitalleri istemiş, göndermemişler. Çünkü üstüne yazmışlar ki, “İSTENİRSE GÖNDERMEYİN”. Şu bir soru: Belgelerin tamamı sahte olsa yine de benim hakkımda ceza vermek ister miydiniz? Yüzünüze bakınca öyle hissettiğinizi anlıyorum. Ancak şunu bilin ki o evraklar sahte. [8 Kasım] Hapishanedeki zamanla duruşma salonundaki zaman farklı akıyormuş. Şimdi bakınca, savunmamı ancak üç günde tamamlayabilecekmişim gibi duruyor. Toparlamaya çalışacağım. Dün Ebru ile ilgili yaptığım sunumu yarıda kesmiştim, oradan devam edeceğim. Ebru aramızda olsaydı karar bu kadar umrumuzda olmazdı, ancak Ebru bu dosyada gömülü kaldı. O bakımdan önemlidir. Antigone karşılaştırmasını size şöyle özetleyeceğim. Haksız bir yasa karşısında direnmekle ilgilidir. Bunu yapan kişi yalnız olduğunu bilmelidir aynı Ebru’nun durumunda olduğu gibi ve son olarak bu direnmenin yaşamına mal olacağı bilinir. Antigone adının etimolojisi birden fazla okumaya izin verir. Anti + Gones. ANTİ kavramının, “yakın, onun yerine” anlamını veya daha yaygın bilinen “karşı” anlamını; GONES kavramının evlat yahut aile anlamlarından birisiyle eşleştirerek basitçe iki sonuca varılabilir. Antigone, karşı olmak, karşı çıkmak için doğmuş olandır. Aynı zamanda aileye en yakın veya babasının eşiti olan da odur. Dün size söylediğim gibi, Ebru’nun doğumundan karşınıza geliş anına kadar yaşamı, yoksul ve yetim bir kadının inanılmaz bir karşı koyuşu, avukat oluşu ve bu karşı koyma sebebiyle yaşamını yitirişi ile örülüdür. Eğer solu gerçekten bir aile olarak kabul edip sevebiliyorsanız Ebru’nun gücü ve ışıltısı da budur. O hepimizin hısmı ve en yakınımızdır. Karşı çıkmak için doğmuştur. Ebru her ne kadar kendini ‘sol’ ailede tanımlasa da, burada bulunanları, mücadelesi boyunca yanında olmuş herkesi -ki onlar Ebru’nun dostlarıdır- tenzih ederim; bir avukatın adil yargılanma için yaşamını ortaya koyuşu ve yaptığı ölüm orucu ile ilgili olunmadı. Ebru elbette ölüm orucu yaparsa devrim olacağını düşünerek başlamamıştı. Bunu öngörememiş değildi. 30 yıldır siyasal mücadelenin içindeyiz. Toplumsal bilincin gelişmesini bekleyemeyiz, biz siyasal öncülük yapılması gerektiğine inanıyoruz. Ebru’nun yaptığı da buydu. Ebru kendine has bir çılgın değildi, sonuçlarını öngörerek, bunu bir sorumluluk kabul ederek başlamıştı. Çünkü neler yaşandı biliyor musunuz? Bizi tahliye eden heyete geri dönelim. 5 gün duruşma yaptılar; bizi dinlediler, dosyayı incelediler, ‘bunlar avukat’ dediler ve bizi tahliye ettiler. Ve ilk defa gördüğümüz bir şey oluverdi: Gece 2’de bir savcı itiraz etti karara ve kararı yazan hakimler hızla tehdit edildiler. Yapılmak istenen şey, yalnızca karara itirazdan ibaret değildi. ‘Bunları neden bırakamazsınız’ sopası gösterilmeye çalışıldı. Kararı veren Mahkemeye bizzat karar geri aldırıldı, bir başka Mahkeme dahi karıştırılmadı işe. 8 saat önce verilen kararı geri almaya zorladılar. Bir yere değineyim, 30 yıldır Ankara’da yaşıyorum, 26 yıldır bir hukuk bürosu sahibiyim. Ankara polisi bir kere bile hakkımda ne üyelikten ne de propagandadan hakkımda fezleke hazırladı. Tüm bunlar İstanbul polisinin işidir. Ebru 8 saatte değişen, hukuk dışı yakalama emrini tanımadı ve bürosuyla adliye arasındaki beş yüz metrelik yolu yürümeyi aylarca reddetti. Ebru bu kararı tanımadı, bu hukuki bir karar değildir ve bu siyasal sopayı tanımıyorum dedi. Beni tutuklayan mahkemeye bir dönelim. Yasadışı bir şekilde 37. Ağır Ceza’nın heyeti olarak tutuklama kararı verdikten 3 gün sonra yasal olarak 37 Ağır heyeti olarak atandılar. Tutukladıklarında heyet bile değillerdi. Ebru’nun yaptığı doğru, benim yaptığım ahmaklıktır. Bu oyuna karşı, her seferinde gelip ‘hayırdır, beni mi arıyorsunuz?’ diyorum. Ebru doğruyu yaptı ve bürosunu sığınağı yaptı. Yasadışı, hakkında bu şekilde yakalama kararları veren bir rejim kararına karşı mesleğine sarılan, bürosundan ayrılmayı reddeden cesur bir kadın olarak hatırlanacaktır Ebru. İyi de bir şairdi Ebru, onun şiirinden bir bölüm okumak istiyorum; “Faşizme teslim olmayan için / Her koru dibi / Her komşu kapısı / Her çatı arası / Sığınaktır / Bir sığınakta buldular bedenimi / Taşıyorum onu hala bir pankart gibi”. Bu yasadışı yakalama kararına karşı bedenini pankart gibi kullanmıştır. Her koşulda yasadışılığa, zulme karşı direnen bir kadın olarak yaşadı. Aramızdaki en haysiyetlimizdi. Böyle bir insanı elbirliği ile katlettiler. Ölmese daha iyi miydi diye soracaksınız. Kişisel olarak sorduğunuz buysa, keşke ben ölmüş olsaydım, dünya daha güzel bir yer olurdu ancak bu değil mesele. Mesele, Ebru’nun sözünün sürdürülmesidir. Yaşamımızın en neşeli parçasıydı, ancak sözü herkes için çok kıymetlidir. Böyle sözler sokakta ve duruşmada değil, darağacında söylenir. Ebru da darağacından söylemiştir. Ebru’nun bu mesleğin direngen biçimde yapılabileceğine katkısı ölçülebilir değildir. Bu çapta sırlar zaten gazete makalesinde, sosyal medya hesabında, kitapta ve hatta duruşmada söylenemezdi. “Sinede gizli olan sırdır, bir vaaz değil! Darağacından söylersin, kürsüden değil” diyor Galib, Ebru da öyle yaptı. Bu yüzden insanlar ölülerine şehit derler. Bu sözü sürdürme kararlılığımız nedeniyle Ebru bizim şehidimizdir. Ebru’nun bu dosyada gömülü kalmasına izin vermeyeceğiz. Adil yargılanma hakkı yoksa, ölürüz de hakkımızda karar veremezsiniz diyen Ebru’nun hükmüdür bu dosyada verilebilecek tek hüküm. Antigone tragedyasında koro bekler, tahammül eder. Trajik an geldiğinde söze girer. “O kızı bırak ve ölüyü göm” denir. Ölülerin avukatlığını yapmaya devam edeceğiz. Katledilmişlerin avukatlığını yapmaya cesaret edemeyen, yaşayanlarınkini de yapamaz. Antigone Tragedyasında en son koro: ‘Hepsi Birden: Söyle bana, şehit edilmeseydi eğer, ne olurdu akıbeti sözlerinin…’ der. Ebru’nun sözlerinin akıbeti bizim sözlerimizdir, onu sözünü devam ettireceğiz. Ebru’yu tekrar anıyorum. Ebru hakkındaki iddialarınızın bir başka dosyada hükme bağlandığını bilerek fikirlerinizi belirleyin yeter. Dosyaya tekrar dönelim. Yargıçlar sanık lehine delil gördüğünde ne yapar? Yusuf suresinin 35. ayetinde der ki, ‘Yusuf’un suçsuzluğu konusunda açık delilleri gördüğünde adamların aklına şu geldi, onu bir süre daha zindana atalım’. Sure şu bakımdan ilginç; apaçık delilleri görmelerine rağmen zindana attılar. Hapse attıklarında, üzerine anahtar kapattıklarında herkes suçlu olduğunu düşünür. Önce anahtarı çeviriyorsunuz, ardından bizi tartıştırıyorsunuz. Tutuklu tutulmamızı, suçluluğumuzun gerekçesi olarak gösteriyorsunuz. Kapatabildiğiniz için bizi suçlayabiliyorsunuz. Hz. Yusuf gibi yatacak, çıkacaksınız.’ Öyle yattık, öyle de çıkacağız. Hapishane bizi çürütemez. Emin olun Medrese-i Yusuf’ta, Yusuf gibi yatıyoruz. (Başkanın esasa dönelim uyarısına karşı) Bunların tamamı odadaki fil Sayın Başkan. Elinizde bizim hakkımızda “suç iddiası” barındıran dört farklı düzeyde evrak var. Düzeyden kastım, sadece belgeleri hazırlayanların statülerine değil, belgelerin işlev ve zamanlamalarına da işaret etmek. İlki polis fezlekesi, ikincisi basın açıklamaları “külliyatı”, üçüncüsü iddianameler ve dördüncüsü duruşma savcısının mütalaası. Bu dört başlıktan en kıymetli bulduğumuz, aleyhe delilimiz, siz görmemeye çalışsanız da; dönemin Başbakanının 6 kere yaptığı, hakkımızdaki konuşmadır. Bu, dosyanın esasıdır. (Kozağaçlı Başbakanın o dönemki, avukatlık bürosunda 11 çelik kapı bulunduğuna ilişkin açıklamasını okuyor) Henüz prompter devri olmadığından dil zayıf ama takdire şayan bir hayal gücü söz konusu: Bağlaçlar ve noktalama işaretleri dışında her harfi yalan. 6 kere bu yalanı tekrar etmiş. Aslında ben o sırada anlatılan yerde değildim, öyleyse nasıl yalan olduğundan bu kadar emin olabiliyorum? Gerçeği merak eden için dosyada polisin video çekimi ve arama/zaptetme tutanağı var. Diyor ki itfaiyeyle girmişler, çelik kapıları kesmişler. Bağlaçlar dışında kemiksiz yalan. 6 kere tekrar etmiş, 20’şer gün arayla. Neden yapar? Doğru mu sizce, dosya önünüzde. Bakmak yasak değilse, mesela dijitallere bakmak yasaktı, arama ve el koyma tutanağına bakın. Sıradan bir daire kapısını, bir buçuk dakikada kırarak açıp gece yarısı büroya doluşup, yerleşiyorlar. Yanlarında savcı yok -trafiğe takıldı diyorlar- arama emri yok -savcıda diyorlar- bunların hepsini anlamak da üç dakika sürüyor, etti toplam dört buçuk dakika. Sonrası, saatlerce savcı bekleyerek ve devamında arama yapılarak geçiyor. Tamamı kayıtlı. Dairede başka tek bir çelik kapı olmadığını videodan görebiliyorsunuz. Videoyu izleyin. 1,5 dakikada büroya gelmişler. Arama kararını sormuşuz, savcıyı bile içeride beklemişler. 1 tane bile çelik kapı yok. İtfaiye gelmişmiş, çelik kapı kesmişmiş. Nasıl bir hayal gücü bu? Şimdi soru şu; Bir başbakan, devam etmekte olan bir soruşturma ile ilgili -niye konuşur demiyorum, demin niye konuşabildiğini söyledim- niye böyle kuyruklu bir yalan atar? Birkaç seçenek var. Mesela kandırılmış olabilir mi? O yıllarda yürütülmüş bazı soruşturmalar için “Kandırıldık, Allah affetsin” dedi sonradan. Bu dosya için bana ulaşmış bir af talebi yok. Gerçi zaten mağdurdan değil Allah’tan af dilediği için belki de içinden söylemiştir. Sonuçta size ulaşan bir talep de yoksa, hukuksal açıdan şöyle diyebiliriz, bilerek isteyerek uyduruyor. Kandırılmış olabilir mi sayın Başbakan? Laflar yalan. Lafların yalan olduğu hakkında şüpheniz yoktur sanırım. Bu, dosyanın nasıl bir yalan üzerine kurulu olduğunu gösteriyor. Bu yalanı şundan önemsiyorum. Hukuksal hiçbir işi çözemediğinizde bu dosyada, tanığı getiremiyor ve dijitali inceleyemiyorsunuz, tanıklarımızı dinlemiyorsunuz, dönüp bu yalana sarılacaksınız. Biz tutuklandıktan 10 gün sonra, gayet de masrafsız şekilde bu açıklamayı yapmış, demiş ki ‘bunlar çok tehlikeli avukatlar’. Bize çıkardığınız yargılama masrafı 500.000 TL. Halbuki 10. günde hükmümüz verilmiş, boş yere masraf çıkardınız bize. Dönemin başbakanı bizi düşman olarak belirlemiş ve siyasal olarak muhatap belirlemiş. Harpte her şey mübah diye düşünmüş, bu yalanları söylemiş. Size tevdi edilen de bunu kılıfına uydurmanız. Dolayısıyla dosyadaki en önemli deliliniz budur, 6 kere söylenmiş. Diğer delillerinizin önemi kalmadı, 10 yılda hepsini paçavraya çevirdik çünkü. Bizi kurşuna da dizebilirdiniz. Ancak hukuk yoluyla bu savaşı yapabilirseniz ancak yönetebiliyorsunuz. Silahla yapmak da oldukça masraflı. Bütün Avrupa tarihi bundan ibaret. Türk Ceza Adalet Sistemi bana her zaman bir kitap kapağını hatırlatmıştır. Daha doğrusu, tam olarak Benedict Anderson’un “Hayali Cemaatler” kitabının -şimdi yılını hatırlamadığım- eski bir çeviri baskısının karton kapak fotoğrafını. Fotoğrafta, gayet batılı kesimde koyu renk ceketleri, beyaz gömlekleri, papyon kravatları, yelekleri ve yaka mendilleriyle poz vermiş siyahi yöneticiler -yanlış hatırlamıyorsam üç kişi- bulunur. Objektife bakarlar. Diyelim ki objektif de onlara bakar. Makinenin arkası “Batı” sayıldığından, poz verenin bakışı gayet oksidentalisttir. Kıyafetin ciddiyeti, kabul görme isteğini yansıtır gibidir: “İşte! Biz de devlet kurduk, hukuk, akıl, modernite; sizde ne varsa bizde de var…”Şimdi, esas hakkında mütalaaya ilişkin de son bir kez konuşayım. Savcı kelimesi, Divan-ı Lügatit Türk’te geçer. “Başkasının sözünü ileten” anlamına gelir. Modern anlamı da dava açan ama onu geçelim. Buradaki savcı kadim anlamıyla iş yapıyor. Firari Adem savcımızın, örgüt üyesi Adem’in sözünü salonda okumak üzere burada savcımız. 37 tane savcıyı duruşmaya teşne ederseniz, bu iş böyle yapılır. Tek bir tanık dinlememiş, görmemiş. Dosya ATK’ye giderken aynı mütalaa, dönerken aynı mütalaa. Eğer sadece on yedi hecede anlatmam gerekseydi, herhalde Kyoshi’nin şu haikusunu tercih ederdim: “Sıvıştı yılan / ama bana attığı bakış / otlarda kaldı…” Adem sıvıştı ama attığı bakış otlarda kaldı. Adem’in hakkımda kurabildiği üç paragrafı, yazım yanlışları ve “talebi” ile birlikte kopyalanmış halde “mütalaa” diye tekrar etmek, objektif cemaatçiliktir. Yalan söylediğinin farkında olup yine yalan söylemeye devam ediyorsa bir karşı ağırlığa ihtiyacı var savcının. Bulabilir mi, bilmiyorum. Bu dosyada nadiren hukuk üzerine konuştum, malum sebeplerle. Mesleki zaaflarım sebebiyle hukuk hakkında konuşmak zorunda kaldım bazen. Politik bir davada bunları konuşmak çok sıkıcı çünkü. Hükmü, başbakan tarafından okunmuş bir davada imkansız. Hukuk hakkında konuşmanın risk olduğunu düşünüyoruz. “Gerçekten yasa var, bir meşruluk varmış” hissi yaratılır. Fakat hala avukatlık zaafım var, çok çarpıcı dosya hataları görünce hala heyecan duyuyorum. Mesleki zaafım. Madem birazdan “suçlama listenizden” söz ederek dolaylı da olsa hukuka hizmet edeceğim; hiç değilse önce bir başkasından; “Hukuk Yapamamayı Başarmanın Sekiz Yolu” listesinden bahsetmekle işe başlayayım. Cotterel “The Morality of Law”dan aktarıyor: 1. Kurallar oluşturamamak, yani her hususta ad hoc (olaydan sonra) karar vermek gerekmesi. 2. Uygulanacak kuralları alenileştirememek. 3. Geçmişe yürüyen yasaların kötüye kullanılması. 4. Kuralları anlaşılabilir kılmamak. 5. Çelişik kurallar çıkarmak. 6. Etkilenen taraftan gücünün ötesinde eylem talep eden kurallar çıkarmak. 7. Muhataplarının eylemlerini kural doğrultusunda yönlendiremeyeceği kadar sık değişiklik yapmak. 8. Kural ile fiili uygulama arasında uyum sağlayamamak. Hoş bir liste. Bence hepsi tutuyor ama listenin size daha tanıdık gelmesi için hiç değilse bir kaçına yerli ve milli “coğrafi işaretler” koyayım. Anayasanın otuz yedinci maddesi şöyledir: “Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz”. Madde daha çok yan başlığıyla ünlüdür : “Kanuni Hâkim Güvencesi” Davaya bakacak hâkimin, dava açılmadan önce kanunla belirlenmiş olarak orada -zaten- oturuyor olmasını ve açacağınız dava için işinize geldiği gibi hâkim veya mahkeme seçemeyeceğinizi söyleyen bir kurala benziyor. Bizim davanın tensibini yapan mahkemeyi kanunla lağvettiniz ve dosyayı kendi seçtiğiniz bir başka mahkemeye taşıdınız. argılama devam ederken aynı delillerle, aynı konuda bir dava daha açıp dosyamı -bir kez daha- yargılandığım mahkemenin önünden kendi istediğiniz yargıcın önüne kaçırırken eldekini açık tutmayı sürdürdünüz. Sizden önceki başkan bir gün bize dedi ki, ‘ben de sizin dosyanıza bakmak istemiyorum artık’. Diğer dosya da tamamen aynı delillerle açılmıştı, hakkımızda yürüyen bir dava vardı çünkü. Bir yargıcın önünden dosyasını almak hakarettir normalde. Bir önceki heyet başkanı bu hakareti ısrarla üstlendi. Gözaltına alındığım sırada savcıya dedim ki, ben bu delillerden, bu dönemden yargılandım. Dava açamazsın, dedim. Ben açarım, dedi. İyi kullanamamışlar bu delilleri, dedi. Mahkeme başkanı da ‘bak nasıl değerlendiriyorum delilleri’ dedi, bizi salondan attı ve boş salona hüküm okudu. Delil değerlendirme derken bundan bahsediyormuş, saflık bizde. Şimdi bunları göz önüne alınca, kanuni hakim güvencesini böyle mi anlayacağız? 3 kere aynı dava, heyeti lağvet, daha önce tutuklayanı heyet başkanı olarak ata, boş salona hüküm oku. Böyle yaparak “hukuk yapamamış” olursunuz. Siz bizim hakkımızda hiç tutuklama kararı vermediniz, sizin kararlarınız ‘tutukluluğun devamı’ kararları. Bu sebeple, sizin kararlarınız ilk kararın meşruluğuna dayanmak zorunda. 10 yıldır aynı delilleri topluyorsunuz, kalmamış başka toplayacak bir şey. 5 kere gelmişiz, kaçma şüphesi yok. Şu anda iki gerekçeniz kaldı, 3-5 yıl daha yatsak artık sayabileceğiniz iki kelime kalacak. Bir gün benim hakkımda gerçek bir tutuklama gerekçesi yazabilseniz, en azından gerekçeniz var diyeceğim. Hala ilk tutuklama kararındasınız, 10 yıl oldu, bu ‘hukuk yapamamak’. Yıllarca Devlet Güvenlik Mahkemelerinde avukatlık yaptım. Halk Düşmanı mahkemelerdi. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin bile özgüvenini özledim. Onların durumu Anayasa’da düzenlenmişti. ‘Tahliye etsem nereye sürülürüm?’ korkusu olmadan yazıyorlardı. DGM’ler kapatılsın dedik, ne büyük hata etmişiz. Elbette halka büyük zararlar verdiler, ama tahliye etsem başıma ne gelir diye korkmuyorlardı. Yerinizde kalabileceğinize ilişkin bir korumanız bile yok. Tahliye kararı verirseniz başınıza ne geleceğini bilmiyorsunuz. Bu yüzden ‘hukuk yapamıyorsunuz’. Size bir örnek vereyim. 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nda, son onbir yılda, 68 kerede toplam 198 madde değişikliği yaptığınızın farkında mısınız? Kanunun kendisi -yürürlük maddesi dahil- yetmiş maddeden ibaretken! On yıldır her ihaleden önce, kazanmasını istediğiniz veya size komisyon ödeyen kişinin özel şartlarına göre kanunu değiştirmekten daha yaratıcı bir ihaleye fesat karıştırma yöntemi bulamamışken nasıl hukuk yapacaksınız? Alenilik meselesinde de bir örnek vereyim, çünkü aleni olmayan kurallarınız da var. Örneğin müvekkillerine susma hakkını kullandırmak. Savcı bana diyor ki, müvekkillerine susma hakkını kullandırarak adli süreci zorlaştırıyor demiş. Bir de tablo yapmış, pasta dilimli: “Selçuk gidince kaç kez susma hakkı kullanılmış”. Aleni olmamasına rağmen susma hakkı kullandırmayı suç kabul etmişsiniz. Hukuk yapamamak budur. Bunu yasa hükmü yapsanıza, bireysel olarak alenileştirin de ne yapıp yapamayacağımızı bilelim en azından. Savcı utanmalı, böyle bir iddia ile beni örgüt üyeliği ile suçlamaktan. Örneğin, bir kadro açtınız ve bir kişiyi alacaksınız. Onun yolunu bile kişinin CV’sinden kopyalayıp yapıştırarak ilana açıp alıyorsunuz. Nasıl hukuk yapacaksınız, yeğeninizi bile işe alırken bu kadar saçmalayarak? Herkes bize diyor ki, işte hukuk budur. Bunu bize hukuk olarak yutturamazsınız. “Dosyamıza dönelim. Bizim soruşturmayı hazırlayan herkes suça bulaştı dedik, siz de dediniz ki ‘olmaz, sizinle ilgili suça bulaşsın’. Yahu, bu dosyada bize yönelttiğiniz iddialar hakkında örneğin Selam Tehvid’de hüküm kurmuşlar. Kumpas nasıl yürür, buyurun bakın. Bir moda: Gizli veya itirafçı tanık. İÖ diye şizofren, MİT ajanı bir provokatör gizli tanığımız var. Kız kardeşini, babasını bıçaklamış ve hapishaneden sürekli beyanda bulunuyor: ‘Bunları tanırım, bunlar örgüt üyesidir’. Dinlenilen tek tanık bu, onu da siz dinlememişsiniz, hapishaneden istinabe ile dinlenmiş. Akın Gürlek başka bir dosyada onu yargılıyormuş, bizim üzerimize sohbet etmişler. Başka dosyadan almış getirmiş, dinlemeye karar vermiş. Bu tanığın bizim dosyamızda adı bile yokken, savcı bir gün birden geldi ve dedi ki, ‘hadi bunu dinleyelim’. Yokluğumuzda dinledi. Diğer dosyadaki beyanlarına da bir bakıversene. Adam itiraf ediyor, nasıl ‘avukatlar hakkında beyana zorlandığını’, polis ve savcılardan oluşan bir örgüt tarafından gönderildiğini, bir hukuk bürosunun üzerine salındığını. Hastaneye bir yazı bile yazamadınız, diyoruz ki şizofren. Kendi el yazısı ile “11 kalem uyuşturucu madde kullandığı, hayal gördüğünü, yalan söylediğini babasını bıçakladığı, Selçuk’un örgüt üyesi olduğu”nu yazmış. Hastaneye bu tanık için yazmadınız, bir şey yapamıyoruz, ancak kalbimiz kırıldı. Yazsaydınız şunu derdik: Neden tanık olarak kullanamayacağınızı ifade ederdik. Bütün yönetim pratikleri böyledir, bir kurgu yaratırsınız. Ancak hakikat olarak bunu satmanıza izin vermeyiz. Bizi kendi gözünüzde, meslektaşlarımızın gözünde “suçlu” olarak etiketlemeye çalıştınız. Buna izin vermeyiz. 10 yıldır bizim yaptığımız şeyin avukatlık olmadığına herkesi inandırmaya çalıştınız. Mesleki hakikatimizin, siyasi hakikatimizin farkındayız. 10 yıl boyunca adli makamlar bizimle daha düzgün ilişki kursalardı, dosya hakkında söyleyebileceğimiz bir şeyler vardı. Madem sona yaklaştık, ondan da bahsedeyim. Öncelikle Ebru’nun şiirini okuyayım, ölüm orucunda yazmıştı: “Beni kur / Zamanı gelince uyanayım / Başını kesiyorlar burada / Yeşil tüylerini kabarta kabarta / Çağrı yapan horozun / Oysa dünya dönmektedir sırtını / “Biraz da burayı ısıt” der gibi / Ariyen ülkesinden gelen güneşe”. Adil yargılanma istiyoruz, bu şekilde kapatılmak istemiyoruz, ne biz ne de toplumsal muhalefetin hiçbir unsuru. Ebru’nun da ruh hali buydu. Durum buydu, başını kesiyorlar horozun. Hukuksal adaletin mahiyetini ortaya koyabilmek için, Harold J. Berman, aşina olduğumuz bir fıkradan yararlanır: Molla Nasreddin Kadı tayin edilmiştir. İlk davasını görürken, dikkatle dinlediği davacıya “haklısın” der. Peşinden aynı özenle dinlediği davalıya da“haklısın” diyecektir.Acemi Kadı’nın henüz yeni mesleğinin doğasını kavrayamadığından korkan kâtip müdahale eder:“İkisi de haklı olamaz, davadayız, kim haklı?” Molla,ünlü cevabını vererek eşdeğer haklılıkları üçe çıkarır:“Sen de haklısın”. Tarafların eşdeğer taleplerde bulunabildikleri yerde dava olur. Bizi kapatabilirsiniz, bizi öldürebilirsiniz -nitekim öldürdünüz Ebru’yu- ancak bu şekilde bir dava veya hukuksal adalet olmaz. Biz eşdeğer değiliz. Adalet istiyoruz. Ne olduğu konusunda anlaşamıyor gibiyiz. Bu sebeple biraz açmalıyız. Bir ucuz yalan var, diyorlar ki ‘DHKP-C dışında dava bakmazlar’. Ben Cizre’de, Soma’da, JİTEM’de, Madımak’ta, KCK’de avukatım. On binlerce insanın yargılandığı dosyalarda avukatım. Bu kadar ucuz numaraya kanmayın. Bu davaların hepsinde avukatlık yaptım, hala yapmaya devam ediyorum. Bunlar Cemaat numaraları, bunları yutmayın, yutturabildiklerine yuttururlar. Elbette benim müvekkilllerimin de bir profili var: Yoksullar, şiddet görmüşler, evleri yıkılmışlar benim müvekkillerim. Kentsel dönüşüme karşı beraber mücadele ettiğimiz müvekkillerim Saadet Partili idi. Kolunu koparan makinenin tamirat bedeli, tazminatından düşülmüş müvekkillerim var benim. Müvekkillerimin mülkü yok, o yüzden davacı defterlerinde ismi yok. Onlara düşen pay ise ‘sanık’ sıfatı. Bunun sebebi müvekkillerime yaşama fırsatının verilmemiş olması. Buralarda avukatlık mı yapılır diye soruyorsunuz. Morgda yapıyoruz, evi yıkılmışın evinin önünde yapıyoruz. Elbette bir avukatın burada avukatlık yapması sıradışıdır, biz böyle avukatlık yapıyoruz. Adalet istiyoruz ama merhamet, af falan da istemiyoruz. ‘Ne istiyorsun’ diyeceksiniz. Müvekkillerim mesela; Tanrısal adalet, Allah’ın adaleti, vicdani adalet gibi fikirleri karışık olarak benimser. Hukuktan adalet bekleyeni henüz hiç görmedim. Peki hukuksal adalet? Yargıya güven %13 diyorlar. Müvekkillerimiz gibi biz de inanmıyoruz. Soma’da bize önce vekalet vermediler. Çepni köylerinde sünnidir, dediler vermediler. Başka köylerde baktılar bıyıklar çok, başımıza iş gelir dediler. Oradan o gün alamadığımız vekaletlerin sayısı 200’dür şu an. 200 müvekkilim var Soma davasında. Sordum sonradan, o gün neden vermediniz diye, gösterdiğimiz gayreti şirk sayıyorlardı, ‘evlatlarımız şehit oldu dava takip etmek zuldür.’ dediler. Bu davalar açılamadığı, katiller cezalandırılamadığı için müvekkillerimiz de fıtrata inandırılıyordu. Yatıp kalkıp boşuna fıtrat demiyorlar. Somalı aileler, duruşma salonuna gelip ‘biz senin arkandayız’ dediler. Bu bana yeter. Herhalde örgüt üyesi demezsiniz onlara da . Otobüs tutup buraya gelmişler, bunlar bana yeterli, benim avukat anlayışım bununla tamamlanıyor. Dünyada iki din vardır: Biri zenginlerin, biri yoksulların. “Allah’ın hesap soracağı” fikri, zenginlerin işine yarar: Merak etme der, kıyamette çözülecektir. Bakın ne güzel bir şiir: “Onlar sanıyorlar ki; biz sussak mesele kalmayacak /  Hâlbuki / Biz sussak tarih susmayacak / Onlar sanıyorlar ki / Bizden kurtulsalar mesele kalmayacak / Hâlbuki / Bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar / Vicdan azabından kurtulsalar / Tarihin azabından kurtulamayacaklar /  Tarihin azabından kurtulsalar / Tanrının gazabından kurtulamayacaklar”. Tanrı’nın adaletin sağlayacağı fikri için ölmeniz de yetmiyor. Önce kıyamet kopsun istiyor. Bu fikir Sezai Karakoç’u bile huzursuz etmiş muhalif taraftayken. Vicdana dönelim. Kanun’da size “vicdani takdir hakkı” tanıdığına göre, sizin vicdanınıza da bir seslenmiş olayım. Dosyaya fotoğraflarımızı, aleyhe delil olarak koymuşlar. İçişleri Bakanı hakkımızda kitapçık yayınlamış ayrıca bunlarla ilgili. Fotoğraflar delilse İçişleri Bakanı’nın fotoğraf arşivini açalım mı (bakanın fotoğraf çektirdiği kişileri sıralıyor) Sayın Başkan? Ticaret Bakanı devleti dolandırıyor, Sağlık Bakanı hastane zinciri sahibi, Turizm Bakanı’nın otel zinciri var. İçişleri Bakanı ne yapsın, elinde bunlar yok, o da bu fotoğrafları çektiriyor. Elinizi vicdanınıza koyun, hangimiz daha düzgün insanız? Vicdanınızdan adalet çıkmaz. Kabul etmemi istediğiniz şey ‘düzen için tehlikeli olduğumuz’ ise, bunu kabul ederim. Hiç suça bulaşmamışız. 30 yıldır, 50 yıldır avukatlık yapan bir masumiyetten daha tehlikeli ne olabilir? Tek kuruş para çalmadan, ahlaksızlık yapmadan meslek ifa etmek düzen için tehdit. Bu dava şu soru sorulmadan bitmemiş olsun. Bizim vicdanımız için de şunu söyleyeyim. 10 yıldır polise, savcıya, hakime çok ağır ithamlarda bulundum. Yarısı gerçek çıktı, yarısı da çıkacak. Şimdi diyebilirsiniz, ‘bak bu salondaki hiç kimseye dava açmadık, elini vicdanına koy, hiç mi bir şey yapmadınız’ sorusunu sorabilirsiniz. Hukuken soramazsınız da, vicdanen sorduğunuzu varsayalım. Sanık vicdanı üzerine yazılmış en parlak anlatı; öz babasını öldürmek istediği -en azından baba katlini tahayyül edebildiği- hatta buna niyetlendiği halde, ölü babasına elini bile sürmemiş olan Dimitri Karamazov’un cinayetle suçlanışıdır. Şöyle der mahkemeye; “Tanrı’nın önündeymişim gibi doğru söylüyorum size, babamı ben öldürmedim” Doğru söyler. Dimitri Karamazov babasını gerçekten öldürmek ister, bu yüzden vicdan azabı çeker. Babasını öldürmüş olmayı istediği için vicdan azabı çeker. Bana sorduğunuz soru şuysa, silahlı siyasi hareketleri siyasal alanın dışında görmedim, eğer bu bir soruysa. Onların silahlı mücadelesini ayıp, kötü görmedim. Sosyalistim sonuçta. Yani bu hikayedeki babanın ölmesini istedim evet. Soruyu şu şekilde sorarsanız, gerçek soru şuysa, DHKP-C yönetici misin? Hayır. Ayıp kabul etmiyorum, yapılabileceğini düşünüyorum silahlı siyasal mücadelenin. Ancak ben yapmıyorum. Açık alanda 30 yıl avukatlık yapıp nasıl örgüt yöneticisi olabilirim? Yöneticilik iddiasını abartılı bir iltifat kabul ederim. Her yıl üç defa dayak yerdim polisten, her yıl bir yerlerim kırılırdı, tüm bunların dışında hiçbir politik şiddet yok hayatımda. Bu insanlarla tanıştım, onlarla konuştum, hukuki yardım verdim. Bazıları gerçekten örgüt üyesiydi, bazıları değildiler. Benden beklentiniz neydi, gelip müvekkillerimi ihbar etmem miydi? Size gelip, fark ettim ki örgüt üyesiymiş, dememi mi bekliyorsunuz? DHKP-C üyelerinin avukatlığını mı yaptım? Evet yaptım. Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin kapatılması davasında da avukatlık yaptım. Birçok yasadığı örgütün üyelerinin, yöneticilerinin avukatlığını yaptım. Benim müvekkillerimin kim olduğu beni ilgilendirir. ‘Bu yaptığın işlerin örgüte yardım olduğunu hiç mi fark etmedin’ diye sorabilirdiniz. Daha düzgün bir iddia olurdu. Bize diyorsunuz ki, ‘avukatlık tarzınızdan çok rahatsızız.’ Bu soruyu böyle sorsanız, tartışırız. Sorun, avukat deontolojisine ilişkin. 700 tane avukat cemaat üyeliği iddiası ile hapiste. Kimin sesi çıkıyor? Bir de buraya bakın, bu kadar avukat arkamızda. “Avukatlık tarzımız” meslektaşlarımızı rahatsız etse, hala bu kadar avukat burada olur muydu? Bu dosyayı okuyan, hukuka ilgi duyan ciddi yargıçlar, bizi iki kez tahliye ettiler ve bunun bedelini de ödediler. Gösterdiğiniz delillerin başka şeyi tartışmayı, suç vasfını değiştirmeyi gerektiğini söylediler. Siz de söyleseniz tartışırdık sizinle de. ‘Elini vicdanına koy’ diyorsanız bana en sonunda; elimi vicdanıma koyuyorum. Tehlikeli avukatlarız. Para almıyoruz, çok az kazanıyoruz, siyasal iktidarlar bizden nefret ediyor, adaletsiz yönetimlere itiraz ettik hep. Bu işleri tarihe havale etmek ile ilgili de uzunca bir bölüm yazmıştım, size vereyim, okursunuz. Bu işler tarihe de havale edilmez. Halkın bu kadar aleyhine, böyle suni bir dengeyi kabul etmiyoruz. Kimi parlamento seçimi ile değiştirmeye çalışır, ben hiç kullanmadım oy. Ben inanıyorum ki, yaptığım işi iyi yaparsam bu suni denge yıkılabilir. İyi yaparsak insanlar değişebileceğine inanır, Ebru da buna inanıyordu, öncülük yapılması gerektiğine inanıyordu. Buradaki meslektaşlarım da onlarca yıldır büyük bir gayretle mücadele ediyorlar. Benim fikrim davanın bitmediği yönünde. O yüzden bunu esas hakkında savunma kabul etmemelisiniz. Bu dava burada biterse, hakkımızda beyanda bulunduğu yazılan 14 OLMAYAN, cemaatin uydurduğu tanığı dinlemeden karar vereceksiniz. Sahte, üretilmiş ve dosyanın temeli olan dijitaller incelenmeden karar vereceksiniz. Bence bu dava bitmedi. Eğer bitirecekseniz de, bütün bu söylediklerimizi düşünün. Kaygımız yok bizim. Bu dosyanın hükmü, sizin ve bizim hakkımızdaki hüküm, Ebru’nun öldüğü gün verildi zaten. İnancım odur ki, BİZ KAZANACAĞIZ!”

BARKIN TİMTİK:
[8 Kasım]

“Dün Selçuk abi çok detaylı anlattı, dosyadaki hukuksuzlukları, size bir düşünme fırsatı verdi. Dün gecenin nasıl geçti, çok merak ediyorum. Benim gecem iyi geçmedi. Ablama dair duygularımı ancak dostlarım arasında ifade edebilirim. Bu dosyadaki adaletsizliği yaratanlar, bu adalet tartısında kendileri de tartıldılar. Biz yaşadıklarımızı büyük bir trajedi olarak adlandırmıyoruz. Yaptıklarımızın sebeplerinin, sonuçlarının farkındayız. Selçuk abi anlattı, biz yoksul şekilde büyüdük. Bunları anlatmayı sevmiyorum aslında, çünkü sömürüden nefret ettiğim gibi gözyaşının sömürüsünden de nefret ederim. Ancak anlatılanlar, biraz da benim hikayem. Kimi arkadaşlarımız esnaf çocuğu, kimisi yoksul çocuğu, kimisi yüksek bürokrat. Ancak bizi bir araya getirenler bunlar değildi. Biz kendimize çizdiğimiz yollarda karşılaştık. İddianame diyor ki, “örgüt” bizi bir araya getirdi. Bu anlatılan bizim hikayemiz değil, gerçekle bağdaşmıyor. Yargıtay kararı bozdu, dosyayı tekrar ele almak zorunda kaldınız. Belki adil yargılanma hakkına riayet edeceksiniz, bunu talep ediyoruz hala. 200 yıl evvel kazanılmış hakların işe yarayabilmesi için hala mücadele ediyoruz, ölüyoruz. Sizden hiçbir zaman tahliye talep etmedim. Bana ödetebileceğiniz en ağır bedeli zaten ödettiniz. Tahliye kararı verecekseniz de, tutukluluğumuzun devamına karar verecekseniz de bu sizin kararınız olmayacak. Bozma kararını görünce bazı arkadaşlar safça, “ablasını da kaybetmiştir” diye düşünüp, belki tahliye edebileceğinizi düşündüler beni. Zaman zaman benim de böyle düşündüğüm oldu. ‘Tutukluluğun devamına’ diye yazmaya devam ettiniz. Şimdi gelinen aşamada orijinali olmayan, dolayısıyla hiç olmayan dijitallerle karşı karşıyasınız. Bunu görmezden gelip Yargıtay kararını tekrarlayacak mısınız, göreceğiz. Ne mi yaptık? Suriye’deki savaş suçları için Başbakan, Savunma Bakanı hakkında suç duyurularında bulunduk. Suriye halkı bizim kardeşimiz. Başka ne yaptık, işçinin hakkı için mücadele ettik. Tazminat davalarını kazansanız ne olacak, vermemek için türlü yollar bulmuşlar. İşçiler ile patronların evlerinin, lokantalarının, meslek örgütlerinin önünde yaptıkları eylemlerde birlikte olduk. Yasadışı olan, emek sömürüsünün kendisiydi. İşçilere ahlaksız deyip sözleşmelerini feshettiler, OHAL deyip grev yasakladılar. Elbette bizim yaptığımız iş tehlikeliydi. Biz güzelin ve adilin peşindeydik. Hangi örgüt beni oraya gönderebilir? Ben bu koşullarda, yoksulluğun içinde doğdum ve büyüdüm. Bu benim gerçekliğimdi. Farklı yaşayabilirdik, ama bunu yapmadık. Bizimki örgüt değil haklılıktır. Bize bunları unutun diyorsunuz. İşinizi farklı yapın diyorsunuz. Biz bunları unutamayız. Beni ben yapan şey, bu sosyalist ideolojidir. Ben Elazığ’da büyüdüm. Bize şöyle söylememiz ezberletilmişti; Kürt de değilim Türk de değilim Allah’ın bir kuluyum. Alevi de değilim Sunni de değilim Allah’ın bir kuluyum. Ne zaman diye sorarlarsa da “Kal-u Bela’dan beri” dememiz gerekiyordu. Kal-u Bela’nın ne olduğunu bilirdik çocukken. Dersimliyiz biz Hozat’lıyız. Dersimli olmanın ne demek olduğunu bilinçlendikten sonra öğrendim. İlk tahliyemizden sonra Soma katliamı oldu. Biz orada avukatlık yaparken elbette ölen insanlarını hakkını arıyorduk ama amacımız devletin bir parçası olduğu sistemi, rödovans sistemini teşhir etmekti. O gün sormaya çalıştığımız hesabın bedelini ödetmeye çalışıyor iktidar bize. Biz de size (mahkeme heyetine) diyoruz ki, aradan çekilin. Kamu emekçileri ile ilgili mesele. O dönem OHAL’i bir fırsat olarak görmüşlerdi. KHK’lara karşı direnen müvekkilim Nuriye de şimdi ‘örgüt üyeliği’ iddiası ile tutuklu, onun avukatlığını yaptığım için ben de. Türkiye’nin her yerinde insanlar Nuriye ve Semih’in isminin baş heceleri olan “NuSe” yi her yere yazdılar. Nuriye, KHK’lara karşı mücadele etmeye devam ettiği için bir kez daha tutuklandı, örgüt üyeliğinden cezalandırıldı. Dolayısıyla tüm bu yargılama devletten bu güne kadar talep ettiklerimizle ve devletin verdiği cevapla ilgilidir. Bunu görün istiyoruz. Verdiğimiz hak mücadelesi, anamızın ak sütü gibi helaldir. Elbet bir gün bunlardan beraat edeceğiz. Biz beraat ettiğimizde siz hüküm giyeceksiniz. Şebnem Korur Fincancı’ya bakın. “Araştırılsın” dediği için, devlet onun örgüt lehine propaganda yaptığını iddia ediyor. Tüm bunlar meslek örgütlerinin değişimi için yapılan büyük bir projenin parçasıydı. Barolar için de yaptılar. Meslek örgütleri piyasalaştırılacaktı. Devlet de bir zümrenin temsilcisi olduğuna göre, bu müdahale de devlete düşmekteydi. Devlet bir zümrenin dolaysız temsilcisi haline gelmiştir. Tüm bunları yaparken de yetkilerini anayasadan aldığını iddia ediyorlar. İstedikleri kadar da anayasa değiştirebilirler. Saf gerçeklik, sınıfsal temsiliyetidir. Meşruluk arıyorsa, hak ve özgürlüklere bakmalıydılar. (Barkın Timtik daha önce başka bir dosyada verilmiş savcılık mütaalasını okuyor. Mütalaada Belçika- Hollanda belgelerinin delil olarak değerlendirilemeyeceğinden bahsediliyor) Gizli ve itirafçı tanıklarla ilgili söyleyeceğimiz hiçbir şey yok .Hepsi mesleğimizi yaptığımızı söylemişler, demişler ki susma haklarını hatırlatmışız. Emniyette ifade odasında asılıdır şüphelinin hakları, ben sadece hatırlatma kalmazdım, orada yazılı hakları okuturdum. Meslektaşlarıma da tavsiye ederim ama şunu hatırlatayım, susma hakkını hatırlattılar diye örgüt üyeliğinden yargılanıp hüküm alabilirler. Tanık beyanlarına göre avukatlık yapmışız ama bir de İsmet Özdemir var tanık. İsmet Özdemir isimli tanığın buraya getirilmesini istemişti her celse Ebru ablam, getirin beni bu adamla yüzleştirin, dedi. Getirmediniz. İlk gün de dediğim gibi, bu dava avukatlığa don biçme davasıdır. Diyorlar ki avukatlığı böyle yapmayacaksınız. Hak bilincine, tarih bilincine sahip insanları bu davalarla korkutamazsınız. Bir propagandadan ceza istediğiniz basın açıklamaları var. Basın açıklaması düzenlemek anayasal haktır. Ancak katılmadığım, hiç olmadığım basın açıklamalarından hakkımda ceza istiyorsunuz. Yokum, diyorum, burada izleyemeyecek misiniz CD’leri, izlemediniz, bakmadınız. Türkiye Barolar Birliği’nin ilk başkanı olan Prof. Dr. Faruk EREM’in Bir Ceza Avukatının Anıları kitabını bütün hukukçular bilir. Bu kitaptan bölümler derneğimizin yayın organı Hukuk ve Toplum dergisinde “huguk kuşu” esprisiyle çizgilerle resmediliyordu. EREM anı kitabında, tarihsel bir anımsama yapıyor kendi yaşadığı olayı anlatmadan önce; “siyasal rejimi ne olursa olsun her ülkenin “ceza adaleti”nde gerçek düşünce özgürlüğü, insanca saygı yitirilmiştir. Böyle olunca adaletten kaçmak veya kaçmamak ilginç bir konu haline gelir. Değişmesini sağlamak, haksızlığını göstermek için kanunlara inat fikri küçümsenmemelidir. Sokrat kaçabilirdi. Kaçmamakla beş yüz hakimli “mahkemeyi kabul” etmiş sayılmaz. Davranışı adalet tarihinde ünlü bir “red”tir. Kaçsaydı Atina’nın düşmanı sayılır, kararın doğru görülmesine sebep olurdu. Sokrat’ı ölüme mahkum eden hakimlerde hiçbiri bugüne kadar yaşayabilmiş değildir. “Sanık Sokrat” hala kendini savunuyor. Buna karşılık Sokrat’tan 76 yıl sonra Aristo, sürgünü tercih ederken şunları söylemişti; “Atinalılar’In düşünme hakkına karşı ikinci bir cinayet işlenmesine müsaade etmeyeceğim. Ben de müsaade etmeyeceğim Sayın Yargıç. Kaçma şüphesi. Beni tahliye ederseniz kaçmayacağım, tahliye etmeniz hukukun gereği. Ama Selçuk abiye yaptığınızı görünce kaçtım. Size boynumu uzatmak istemedim. Kaçtığım şey adalet değildi, adaletsizlikten kaçtım. Avukatlığı ben bilinçli olarak tercih ettim. Ben çocukken “baklava çalan çocuklar” tartışması vardı beni çok etkiledi. Suç ve Ceza’yı okumuştum, çok etkilendim. Hakim olmak istedim ama baklava çalan çocuklara ceza veren hakimlerden olmak istemedim. Hukuk Fakültesine başladıktan çok kısa süre sonra ne yazık ki anladım, hukuk, çocuğa baklava çaldıysa ceza verin diyor. Bunu hukuk söylüyor. Hayatımda aldığım en doğru karar halkın avukatlığını yapmaktı. Yaptıklarımdan en ufacık bir pişmanlık dahi duymuyorum.

OYA ASLAN:
[8 Kasım]

“Dün Selçuk abi savunması sırasında, size ne kadar belgelerin sahte olduğunu anlatırsak anlatalım göz önüne almayacağınızı düşündürdüğünüzü ifade etmişti. Ben de ona katılıyorum. Bu yargılamanın sonuna geliyoruz. Bizim hakkımızda bir hüküm kuracaksınız, fakat bu hüküm hukuka uygun olmayan delillerle kurgulanmış bir gerçeği resmi hale getirmekten ibaret olacak. Bir yargılamaya değil, yargılama görüntüsü altında iktidarın istediği hükmün altına imza atacaksınız. Hükmünüz resmi anlamda hüküm olabilir, gerçekte yargının siyasallaşmasının delili olacaktır. Hükmünüz AKP hükümeti açısından bir değer taşıyabilir, halk ve hak savunucuları açısından bir değer taşımaz. Bu karar bizim mücadelemize değer katar. Bu hükmü yükseleceğiniz merdivenin basamağı yapabilirsiniz. Ama hakimlik açısından sizin niteliğinizi düşürecektir. Hükmünüz sizi tarihin kara sayfasına yazdırmayı başaracaktır. Akın Gürlek’in açtığı yolda yürüme “onuru” da size ait olacaktır. Gerçek olan şudur; devrimci avukat olduğumuz için yargılanıyoruz. Ne yaptığımızı anlatacağım. Halide Edip Adıvar Nazım’ın incelediği bir eserini dahice bulur ve fakat eserlerinde ideolojik unsurlar olduğunu söyleyerek onu eleştirir. Nazım Hikmet’in cevabı şöyle olur: “Ben büyük dahi değilim, fakat iyi bir sanatkarım ve bunu her şeyden önce ideolojime borçluyum. Eğer sizin iyi sanatkarlarınız yoksa bu ideolojinizin bugün artık iyi sanatkarlara muhteva olamayacak kadar tefessüh etmiş olmasından ileri gelir” der. Biz devrimci avukatız. Sosyalistiz, dünyayı belli bir bakış açısıyla ve yöntemle inceliyoruz. Hukuka da tarihin ve toplumun bilimiyle yaklaşıyoruz. Siyasi düşüncelerimiz kimliğimizi, kişiliğimizi ve mesleğimizi yapma biçimimizi belirliyor. Akıntıya kürek çekmezseniz, her şey bir oluş, akış ve değişim içinde. Hukuk alanı da bu gerçekten bağımsız değildir. Tarihsel olarak ilerler, topluma göre şekil alır. Ve hukuk hiçbir zaman toplumun var olan ekonomik yapısının ve dolayısıyla kültürel gelişiminin üstünde olamaz. Fakat dönemin gerisinde kalabilir. Hukuk halkın ihtiyacı olan değişikler için kullanılmadıkça veya toplumsal çatışmalarda yeniden yorumlanmadıkça toplumun gelişmesine karşı büyük engel çıkarır. Örneğin sansür yasası. Halka yönelik saldırı yasalarından bir tanesidir. Bu yasayla iktidarın yanlış politikalarının tartışılmasının ve irdelenmesinin önüne geçmeye çalışıyor. Sınır dışı operasyonlar, maden katliamları, kanal İstanbul gibi projeler tartışılmamalı, gerçekler halktan gizlenmelidir. Bilirsiniz ki her gizlilikte bir sinsilik, kötülük ve hatta madrabazlık ve hilebazlık vardır. Bakın bu yasa yayınlanır yayınlanmaz, bir grup gazeteci evlerine baskın yapılarak gözaltına alındı. Uzun süredir iktidar basın- medya alanını denetim altına almaya çalışıyordu. Halkın haber alma hakkının önüne geçmeye çalıştıkları gibi, mesleği düzene uygun biçimde dönüştürmek için de uğraşıyorlar. Bu durumda bu yasayı meşru görmemiz beklenir mi? Hayır, bu ve benzeri yasaları meşru, doğru, haklı bulmuyoruz. Aksine onlara karşı mücadeleyi görev biliyoruz. Biz hukuk ile iktidarı değiştirmeye çalışmıyoruz. Bu kadar saf değiliz. Hukuksal ideolojilerin içeriklerini ve onları üreten çıkarları anlamadan, onu halklar için geliştiremezsiniz. Bu nedenle gelişen toplumsal ilerlemenin gerisinde kalan hukuk, hukukun işlevi, amacı, varoluş ve şekilleniş nedenini tartışıyoruz. Yönelimine dikkat çekiyoruz. Düşünce, toplum, bilimsel ilerlemeler hep öncekilerini aşarak, bir önceki sistemin eksiğini, yanlışını bulup eleştirerek ilerlemiştir. Örneğin kapitalist toplum feodal toplumu aşarak ilerlemiştir. Diyaletlik yöntem, Hegelciliği aşmış, artı değer teorisi Adam Smith Davit Ricardo’nun ekonomi politiği kapsayarak, eleştirip aşarak gelişmiştir. Bizde var olan hukuk ve anlayışını eleştiriyoruz. Yalnız hukukun teorik eleştirisi, onu anlamlı kılacak pratikle el ele ilerler. Biz de bunu yapıyoruz. Yanlışı söylemekle doğruyu göstermekle yetinmiyoruz. Sözlerimizi pratiğimizle destekliyor, tamamlıyoruz. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganları Fransız burjuva devrimine aittir. Fransız burjuvazisi 1789 da işçi ve köylüleri bu sloganla ayağa kaldırdı. Bu sloganla desteklerini kazandı. Kral 16. Louis’nin başı gövdesinden ayrılırken tarih feodal toplumun sonunu bağlar. Feodal boyunduruklardan, angarya çalışmaktan, ağır vergilerden, ilk gece hakkından, asillerin zulmünden kurtulur halk. Burjuva düzen kurulur. İnsan hakları evrensel beyannamesi kabul edilir. Burjuvazinin sunduğu eşitlik özgürlük yalnızca burjuva toplumunun maddi ilişkilerinin ideailize edilmiş deyimleri olarak kaldı. 18. yüzyıl da burjuvazinin ortaya attığı eşitlik ve özgürlük feodalizmin yıkılmasında ileri bir rol oynadı. Avrupa’daki kitleler eşitlik, özgürlük, kardeşlik adına ayağa kalktı. Burjuvazi kendi çıkarlarını insanların çıkarları ile özdeşleştirdi. Burjuva fikirleri ve sloganları proleterya ve burjuva arasındaki uzlaşmaz sınıf çelişkileri ve karşıtları henüz belirginleşmediği dönemde emekçi sınıfların düşünsel gelişmesini etkilemiştir. Ne zaman ki kapitalist sistemin iç çelişkileri keskinleşti, emek- sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiler ve sınıf savaşımı gelişmeye başladı. İşte o zaman, burjuvazi Stalin’in deyimi ile ” demokratik özgürlükler bayrağını, geminin bordasından denize atmıştır. Burjuvazinin yarattığı tek kelime ile şuydu: Dinsel ve siyasal yansımalarla yalanlarla maskelenmiş sömürü yerine açık, utanmaz, doğrudan kaba sömürüyü koymak. Ve bu sömürü akla uygun olsun diye hukuk ideolojisi yaratıldı. Eşitsizliğe dayalı toplumsal düzen bu yanlış bilinç sayesinde meşru ve doğaldır artık. Düzen meşruiyetini bu yalanları sürdürülmesine borçludur. Toplumsal eşitsizlik hukuksal eşitlikle perdelendi. Her bireyin yasalarca tanınmış ve bizzat yasa tarafından korunmuş temel, evrensel haklar vardır. Peki Bartın da ömürleri kömüre dönüşen 41 işçi hak sahibi miydi? Neden önlem alınıp yaşam hakları korunmadı? 41 işçi hak sahibi öyle mi? Gerçekten öyle mi? Ölen işçi aileleri hak sahibi mi? Peki ölümlerinden sorumlu olanlar, yok ettikleri haklara göre mi yargılanacaklar? Bu soruların tamamına Soma cevap verdi. Maden işçisinin bir tek hakkı vardır; aç kalmamak ve çocuklarını doyurmak uğruna, Yangında kül olmak yahut tabuta kara bir kömür cesedi olarak girme riskini alarak yerin 350 metre altına inmek. Ve olanlara kader planı diyerek katlanmak. Biz hak eşitliğine kanmıyoruz. Katlanmıyoruz, kimseyi kandırmıyoruz. Hakların olmadığı yerde özgürlükten de bahsedemeyiz. Fakat hukuk ideolojisi öyle bir şey yapar ki, sömürülenlerin dizginlerini özgürlük şantajı ile tutar, kendi sınıf tahakkümünü açığa vurur ve fakat bundan asla açıkça söz etmez. Dolayısıyla özgürlük üzerine yaptığı sözlük oyunuyla tahakkümünü gizler. Hukukun üstünlüğü de bu ideolojiden türemiştir. Hukukun üstünlüğü, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir idealdir. Bilimsel ve maddi bir temele dayanmaz. Ortaya koydukları pratik ve verdikleri kararlar nedeniyle hakim ve savcıların da hukukun üstünlüğüne inanmadıklarını anlıyoruz. Uygulanmayan AYM ve AİHM kararları herkesin aklındadır. Bakanlar da inanmıyor, İçişleri Bakanı bu nedenle kolluk güçlerine “ayaklarını kırın” talimatı verebildi. Sanmayın ki, bu talimatı, uyuşturucu ticareti yapanlar için uygulayacaklar. Hayır! Bu talimat özellikle muhaliflere yönelik işkencenin artacağının göstergesidir. İzlemişsinizdir, bir hafta önce İstanbul’da Demirören’e ait, Ziraat Bankası’nın ek koyduğu arazi üzerinde yapılacak imar düzenlemesi için mahkeme yürütmeyi durdurma kararı vermişti. Fakat bu karar valilik kararıyla çiğnendi. Kararın uygulanması için direnen yöre halkı, saldırıya uğradı. Evet, bu kriz döneminde hukukun üstün olmadığını herkes görüyor. Sınıflı bir toplumda hukuk, sadece kriz dönemlerinde değil hiçbir zaman sınıflar üstü olamaz. Her hukuk kuralının, her hukuk sisteminin içinde toplumsal ilişkiler saklıdır. Bunu yok sayarak davrandığımızda doğru bir mücadele biçimi geliştirmeliyiz. Yasalar karşısında hepimiz eşitiz, hangi yasalar ilahi yasalar mı? Yeryüzü yasalarında eşitlik her zaman her yerde eşitsizliğe dönüşüyor. Çünkü hakim sınıfın temsilcisi olan iktidarın adalet kefelerinden birinin üzerine oturduğunu biliyoruz. Ve oradan hiçbir zaman kendiliğinden kalkmayacaktır. Hukuk, her hangi bir ihlali bireyselleştirir. Böylece sınıfsal gerçeğin üstünü örter. Dilek Doğanlar, Berkin Elvanlar öldürüldüğünde bu ihlali bireyselleştirmemiz beklenir. Ekmeğin peşinde koşan halka yapılan saldırılar, Haziran Ayaklanmasını yarattı. Berkin Elvan’a yönelen silah devletin halka bakışının en simgesel haliydi. Berkinlere, Hasan Feritlere, Dileklere yönelen silahı kimin tuttuğunu ve hedefinin ne olduğunu görmemizi engeller hukuk ideolojisi. Biz görüyoruz. Her katliamın her kıyımın içinde saklı bir politika vardır. Takip ettiğimiz hiçbir davada bu gerçeği göz ardı etmedik, aksine ana halkaya yöneldik, gerçeği görünür kılmaya çalıştık. Davaları yalnız takip etmedik, halkı dayanışmaya çağırdık. Halkı duruşmalara, duruşmaları halka taşıdık. Ortaya çıkan sorumlularla yetinmedik, suça ortak olan tüm sorumluların yargılanması için çalıştık. Gösterdik ki, hak ihlali devletten gelir Bireye değil halka yönelmişti. Münferit değil sistematiktir, bu durumda hak ihlaline karşı mücadele de duruşma salonlarıyla sınırlı kalmadı. Avukatlık pratiğimizi adliye içine hapsetmedik. Önemli siyasi ve hukuksal sorunların hukuksal biçim almasının nedeni vardır. Çünkü hukuksal biçim sorulara verilecek yanıtları sınırlar. Bu da yönetenlerin işine yarar. İktidar içi çatışmaları ve toplumsal çelişkileri yargıyla değil, politikayla çözebilirsiniz. Çünkü politika iktidara talip olma, iktidar olma ve yönetebilme kabiliyetidir. Tutarlı bir dünya görüşünden, ahlaktan, felsefeden, sosyolojiden, tarihten beslenir. Fakat politik olarak zayıf olan iktidarlar, neyi niçin yaptıklarının hesabını vermeyenler, program ve hedeflerinde halka açık olmayanlar, yaptıklarını savunamayanlar sorunları politik bir yöntemle değil hukuk görüntüsü altında çözmeye çalışırlar. Politik bir mecrada yapılması gereken bir hesaplaşmayı yargı üzerinden yapmaya kalkıştığınızda ortaya hukuksal kriz ve toplumsal kıyım çıkar. Cadı avı, engizisyon mahkemeleri, terör yargılamaları böyle ortaya çıkmıştır. AKP iktidara geldiği yıllarda FETÖ’yle ittifak halindeydi. Halka açık bir biçimde kurulmamış ve yasaya uygun olmayan bu ittifak, biri diğerinin aleyhine gelişmeye başlayınca çatışma kalkışmayla sonuçlandı. Oysa Cumhur ittifakı gibi açık bir ittifak olsaydı, bu itifak yargıya gerek kalmadan sonlanabilir, çatışmalar politik mücadele çözülebilirdi. ittifaklar yasal olsaydı, idari kararlarla kadrolaşmanın önüne geçirebilirdi. Halka açık ve meşru olmadığından FETÖ’nun iktidardan ve devletin kurumlarından tasfiyesi yargıya havale edildi. Ve hükmeden tarafında olanlar sanık tarafına alındı. Hukuka uygun olmayan KHK’larla süreç yürütülmeye çalışıldı. AKP politik olarak haklı ve meşru olsaydı, FETÖ ile itifakını politik alanda bitirebilirdi. Aynı şekilde FETÖ meşru bir yapılanma olsaydı, yargıya ihtiyaç duymadan politik bir mücadele ile AKP’nin önüne çıkardı. Öyle olmadı. Yargının taşıyamayacağı bu yük onun kucağına bırakıldı. Yargı bu yükün altından kalkamadığı gibi, onu ele geçirenin kullandığı bir silah oldu. Kullandıkça kendini vuran bir silah. İktidar içi çatışma ya da tasfiye yargı eliyle çözüldü mü? Çözülmedi çünkü politik nitelikteki oluşumları, yapıları yargı ile değil politika ile çözeriz. Yargı korku aracı olarak geçici bir çözüm imkanı verebilir. Yine de uzun süredir bizim ülkemizde çatışmalar politikayla değil hukuk eliyle yürüyor. Politik mücadele, halkların güvenceye aldığı özgürlük alanında yapılır. Fakat ülkenin faşizm diye nitelendirdiğimiz siyasi yönetim biçimi, bu özgürlük alanını tıkadığı oranda varlığını sürdürebilir. Politik olarak haklı ve güçlü olmak, savunduğumuz doğruların halk tarafından sahiplenilmesi ve savunulmasının sonucudur. Bilimsel gerçeğe dayanan doğrular haklıdır. Halkın ekonomik, kültürel, siyasi çıkarını savunan doğrular haklıdır. AKP haklı ve güçlü bir parti değildir. Bu nedenle hasımlarıyla politik alanda mücadele edemiyor. Gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmayan kurgular ve akıl yürütmelerle hasmını hedef haline getiriyor. AKP politik olarak zayıftır bu nedenle muhaliflerini, iktidarlarına ve politikalarına karşı olan herkesi yargı eliyle tasfiye etmeye çalışıyor. Meslekleri yargı eliyle dönüştürüyor. Halkçı niteliğine sahip meslek örgütlerine, odalara, sendikalara saldırıyor. Halkın avukatlarına yapılan saldırı bizimle sınırlı kalmayacak demiştik. Kalmadı, Barolara saldırdı. Şimdi Türk Tabipleri Birliğine saldırıyor. Onurlu duruşuyla saygınlığı hak eden Birlik başkanı sevgili Şebnem Koru Fincancı’nın yaptığı açıklama bahane edilerek hedef haline getirildi. Kendisi saygın bir bilim insanıdır, söylemleri olgulara ve burgulara dayanır. [9 Kasım] Terör soruşturması adı altında, yasadışı örgüt faliyeti diyerek yaptığımız avukatlık tarzını mahkum etmeye çalışıyorsunuz. Biz halkın avukatıyız, biz devrimci avukatlarız. Halkın tarafındayız, mağdur ve mağlupların tarafındayız. Devrimciliğimiz, olanı değiştirme çabasından gelir. Devrimciliğimiz, pratik faaliyetimizin niteliğidir. Devrimci avukatlık pratiği, ülkenin politik-ekonomik koşullarında doğmuştur. Halkçı, demokratik, sosyalist bir iktidarın kurulabilmesi için silahlı ya da silahsız olarak mücadeleyi benimsemiş pek çok örgütün olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Sağ ve sol ideolojilerin iktidara hakim olma mücadelesi, esasen sınıf mücadelesidir. 1950’lerden sonra iktidar olan partiler, düzeni ayakta tutmak için; gizli, yasadışı, kontrgerilla tarzında örgütlenmeleriyle iktidarlarını korumaya çalıştılar. Ülkemizde silahlı mücadele yükseldikçe devletin kullandığı şiddet de aynı oranda yükseldi. Öyle ki, hak mücadelesi kapsamında yapılan tüm etkinlikler yasadışı sayılabildi; dernekler yasadışı örgütle ilişkilendirildi, mahalleler örgüt merkezi sayıldı. Devlet; suçluyu bulup yargılamak yerine topyekûn bir kesime, bir mahalleye, bir alana saldırmaya başladı. Hatırlarsanız bir dönem Kürt kelimesi kullanmak yasaktı, Kürt diye bir halk olmadığı yönünde teoriler bile uydurdular. Bu koşullarda hak alabilmek için verilen her eylem, yasadışı örgütlerin işine yarar diye şiddetle bastırılmaktadır. Hukuk ilkeleri, devletin istediği zaman eğip büktüğü; kimi zaman yok saydığı, kimi zaman ‘’Ben yaparım, hukuk arkadan gelir.’’ anlayışı ile davranıldığı kavramlar olmuştur. Ülkemizde avukatın hak ve özgürlük mücadelesi vermesi ve halkın yanında olabilmesi için hukuk bilgisini geliştirdiği gibi, hukuksuzluklar karşısında da direnmesi gerekmektedir. Bu koşullar, avukatı devrimcileştirmiştir. Sınıflar arası çelişki ve çatışmaların yoğun olmadığı, hukuk ilkelerinin dikkate alındığı ülkelerde avukatlık, teorik bilgileriyle, sözlerin gücüyle, yaratıcı yöntemleriyle ön plana çıkarlar. Gelişmiş kapitalist ülkelerde hukukçular teorik alana yoğunlaşırlar. Oralarda hukuk, düzenin temelidir; kutsal bir niteliği vardır, ideolojik ikna gücüyle ön plana çıkar. Bizim ülkemizde ise hukuk halk üzerindeki baskının bir aracı olarak kullanılır. Yasalar örümcek ağı gibidir, sinekleri ve diğer küçük böcekleri yakalamak için yapılmıştır ama büyük kan emicilerin yolunu kesmez’’ diyor Daniel Drew. Şair Jose Hernandez ise, yasaları kendisini kullanana asla saldırmayan bir bıçakla karşılaştırır. ‘’Ama resmi konuşmalarda yasalardan yalnızca paçaları sıyıramayan mutsuzlar için değil de herkes içinmiş gibi söz ediliyor. “Yoksul suçlular filmin kötü adamları, zengin suçlular senaryoyu yazıyor ve oyuncuları yönetiyor.’’ diyor. Haklı değiller mi? Yasalar neden halk için yapılıp, halk için uygulanmaz? Halkın yanında saf tutan hukukçular neden yargılanıp cezalandırılır? Evet, avukatıyız biz halkın. Sadece avukatı değil acısının dert ortağı, ufkunun rehberi, ekmek kavgasının yoldaşı, Yüksel’in güneşine omuz verenleriz, onun yolu kapanmak istediğinde de yanı başında oluruz. Sesleri boğulmak istendiğinde direnişi türküleriz Ebru gibi… Ne yazık ki, biz yargılanan son avukatlar olmayacağız. Sınıfsal çatışma devam ettikçe sermayenin ve egemenlerin yanında duran avukatlar olduğu gibi, arada durmaya çalışan, çelişkiler yaşayan avukatlar da olacak, halkın yanında yer avukatlar da. Biz hukukun halkın aleyhinde ve gericilerin hizmetinde, sermayenin emrinde kullanılmasına karşıyız. Gerçeği yasalara sığdırmaya çalışanlardan değiliz. Yasaların gerçeğe göre düzenlenmesini savunuyoruz. Başka bir anlatımla yasaların içine yerleştirilmiş, fakat gerçeği yansıtmayan soyut herkes için eşitlik, özgürlük, adalet ilkelerini somut hayatla buluşturmak istiyoruz. Kentsel dönüşüm ismi verilen, şehirleri betona boğan ve özünde rant projesi olan projelere karşı, mağdur olan halkla birlikte de mücadele ettik. Mahallelerde toplantılar yaptık, seminerler düzenledik, örnek yasa tasarıları sunduk, halkın yaşamına uygun projeler hazırladık, suç duyurularında bulunduk, eylem yaptık. Güvencesiz ve esnek çalışma, taşeronlaşma modeline işçilerle birlikte karşı çıktık. KHK’larla ihraç edilen, performasyona dayanan istihdam modeline karşı mücadele eden memurlarla, akademisyenlerle birlikte mücadele ettik. AKP’nin Suriye politikasına karşı çıktık. Sınırdaki ihlalleri savaş suçlarını ortaya koyabilmek için savaşın en sıcak günlerinde Suriye’ye gittik. Kürt halkı saldırıya uğradığında onların yanındaydık, yaşadıklarını rapor haline getirip, görünür olmasını istedik. Hukukun dününü, bugününü ve yarını tartıştık adalet okullarında, yaptığımız uluslararası sempozyumlarda. Hukukun tarafsız olmadığı halde tarafsız gösterilmesine, ideolojik tahakküm ve baskı aracı olmasına karşıydık. Hukuk ideolojisiyle yaratılan kırılgan ve zayıf dar bilinci aşmayı hedefledik. Hukuk soyut, sınıflar üstü olmadığına göre yasaları durduğunuz yere göre yorumlarsınız. Örneğin; baykuşun, yarasanın, bohemin ve hırsızın bakışına göre günbatımı kahvaltı saatidir. Yağmur turist için bir talihsizliktir, köylü için iyi bir haberdir. Yerli halka göre turist görülesi bir şeydir. Karayip yerlileri için tüyü, şapkası ve kırmızı ceketiyle Kristof Kolomb, o zaman kadar görülmemiş boyutlarda bir papağandı. Ülkeye dönersek, demokratik kitle örgütleri, sendikalar, meslek örgütleri bize göre demokrasinin temelidir. Sizin için bunlar şer odağıdır. İşbirlikçilik yasası bizim için toplumsal ahlaksızlığın ve hukuksuzluğun temelidir, sizin için muhalifleri cezalandırma fırsatı ve imkanıdır. Kar hırsı bizim için büyük suçların kaynağıdır, sizin için geleceğin teminatıdır. AKP’nin 8 kez çıkardığı ve şimdi 9.sunu hazırladıkları imar affı, bize göre ayrıcalıklı imar hakkı vermeye dönüktür, her biri kent ve çevre suçu niteliğindeki yapıları yasalaştırmak içindir ve sizin için gelir kaynağıdır. Amerikalı hukukçu Michael E. Tigar ‘’Halkçı hukukçular, hukuku yaratmadıkları gibi onun sahibi de değillerdir. Dünyayı harekete geçiren ve değiştiren olayların merkezinde de yer almazlar. Ancak halkın istemlerini dinledikleri ve dile getirmeye çalıştıkları zaman etkilidirler.’’ diyor. Biz halkın istemlerini dile getirmekten başka bir şey yapmıyoruz. Sözümüzün ve pratiğimizin özü budur. “İşte bunun için çekiyorum başkaldırı bayrağını /  O örtünün altında / Öküz gibi oturan halklar adına / Dostluğu büyük, aynı tastan içen halklar adına / Gün doğusundan gün batısına / Yük çeken deve gibi / Sudan ve arpadan başka hakkı yok olan halklar adınadır sözümüz” diyor Arap şair Kabbani. Hukuksal mücadelemizin temelinde, toplumsal ilerici hareketlerin haklı ve meşruluğunu göstermek, savunmak vardır. Maraş Afşin’de termik santralin kurulmasından sonra 17 bin kişi çok erken yaşta yaşamını yitirmiş. 17 bin insan. 17 bin genç kadın ve erkek, çocuk sadece o bölgede yaşadıkları için, zenginler kazanabilsin diye öldü. 17 bin insan… Son 12 yılda ölen işçi sayısı 18 bin 500’tür. 18 bin 500 işçi, emekçi alınmayan önlemler nedeniyle öldü. 18.500 işçi. Toplamda 35 bin 500 işçi, emekçi alınmayan önlemler nedeniyle öldü. Bu rakamlar ve ölüm, soğuk sözler gibi gelir kimilerine, bizimse yüreğimizi köpürtüp köpürtüp durur. 35 bin 500 insan ve daha nicesinin ölme nedeni, zenginlerin karlarını önceleyen iktidarlardır. Önlenebilir ölümlerin önüne geçemeyenlerin, neden oldukları sonuçların ağırlığında cezalandırılmasını sağlayan yasaların yapılması için verilen mücadelenin avukatlarıyız. Hukuk, devletin ezilenlere kötülük yapacağı zaman taktığı basit bir maske değildir. Hukukun gelişimindeki diyalektik bağı biliyoruz. Toplumun gelişimi önünde bir engel olmasını istemediğimiz için bu alanda mücadele ediyoruz. Biz devrimci avukatlarız; var olan gerçekliğe katlanmayı değil, onu değiştirmeyi; geçmişi unutmak yerine onu dinlemeyi, geleceği kabul etmeyi değil hayal etmeyi biliyoruz. Hukuk kendiliğinden oluşmuş, ahlak gibi toplumsal bir kavram değil daha çok içeriğini ve biçimi egemenler oluşturduğu için siyasi niteliktedir. Örgütlü bir sınıfa hizmet için geliştirilmiştir fakat toplumsal mücadeleyle şekillenmektedir. Hukukun şekli ve biçimi egemen iktidar tarafından belirlenmiştir. Bu nedenle hukuksal alandaki gelişmenin örgütlü olmakla ilgili olduğunu düşünüyor, örgütlü olmayı öneriyoruz. Hukuksuzluklara karşı mücadele etmek için örgütlü olmak zorunluluktur çünkü. Bireysel bir çaba ile hiçbir şey nihayetlendiremez, toplumsal bir değer yaratamazsınız. Nicel birikimin niteliğe dönüşmesi, pratiğin geleneğe dönüşmesi devrimci bir bakış açısıyla örgütlü olmaktan geçer. Meslek örgütümüz, örgütlülüğü zayıfladığı oranda daha güvensiz ve daha etkisiz olmaya başlamıştır. Örgüt; güven ve sadakat üzerine kurulmuş, ilke ve kurallarla birbirine bağlı ortak bilinç ve değerler oluşturmuş bir yapıdır. Bu yapı, emekle, eleştiri ve özeleştiri ile eğitimle pratikle yani mücadele ile kendini yeniler, güçlenir. Meslek örgütlerimiz, barolar, hukuk örgütlerimiz bu noktalardan uzaklaştıkları oranda güçlerini ve etkilerini kaybedeceklerdir. Oysa hak kazanmanın başka bir yolu yoktur. Avukatlar, hak ve özgürlüklerin uygulanabildiği bir ülkenin mücadelesi için örgütlü bir biçimde hareket ettiğinde kazanabilir. Kendiliğindenci bir pratiğin ismi mücadele değildir. Mücadele; hedef, program, kampanya, şiar ve eğitimle birbirine bağlı bir süreci kapsar. Bugün bu anlamda mücadele yürüten meslek örgütünden bahsedemeyiz. Bu nedenle daha örgütlü bir hukuk örgütü yaratma iddiasındayız. Hak mücadelesi tarihi yazılırken, büromuz avukatı sevgili Ebru Timtik’in adı, bu tarihin en önemli yerinde anılacaktır. İnsan onuru kavramını tanımlamak gerekirse Ebru Timtik’in ve onun gibi direnenlerin eylemi ile tanımlanacaktır. Hak mücadelesi sahip olduğumuz bilincin sonucudur. “Hayvanların da bir tarihi, kökenlerinin ve bugünkü durumlarına kadar geçirdikleri evrimin tarihi vardır. Ama bu tarihi onlar yapmazlar ve bu tarihe bilgileri ve iradeleri dışında katılırlar. Buna karşılık insanlar dar anlamda hayvanlardan uzaklaştıkları ölçüde kendi tarihlerini bizzat bilinçleriyle yaparlar. Bilincimizin oluşturduğu sorumluluk duygumuzdur bizi harekete geçiren. Her gün çalınan lokmamızdan, her gece çiğnenen haklarımızdan, sapı görünen-görünmeyen sopaların hayata inip kalkan sızılarından, kendimizi sorumlu sayarız. Tarih bilincimiz var. Ve tarih ona kulak verme yeteneğinden yoksun olanlara kefaletini ödedir. Dilsiz tarih yoktur, ne kadar yaksalar, ne kadar yırtsalar ne kadar yalanlasalar da halkların tarihi çenesini kapamayı reddeder. Geçmiş zaman, farkında olmasa da tüm canlılığıyla büyüyerek şimdiki zamanın içinde devam eder. Tarihten beslenen canlı bellek, tarihi izlemez; tarih yapmaya devam eder. Biz tarihi izlemiyoruz, tarihe kulak veriyoruz. Kendini korumak için iftira edip, suç uyduranları koruyan Meslekte yerini korumak için hukuk ilkelerini hiçe sayan. Meslekte yükselmek için siyasi iktidarın istemlerine göre hareket eden, mesleki dayanışmadan ve birikimden uzak, kendi alanına yabancılaşmış yargı alanında mücadele ediyoruz. Tarihsel bir mücadele ve bedellerle kazanılmış ve yasa halini almış hakları korumanın ve geliştirmenin mücadelesi veriyoruz. Başka bir anlatımla biz tarihin doğru rotasından ilerlemek, halkın özgürlük alanını genişletmek istiyoruz. Adalet terazisinin bir kefesinde bugün her zamankinden daha fazla egemenlerin ağırlığı bulunurken, özgürlük alanı genişleyebilir mi? Evet buna inanıyoruz, hukuka doğru bir bakış açısıyla ve onunla tutarlı eylemlerle halkın özgürlük alanını genişletebiliriz. Kamu güvenliği ve Kamu düzeni” gibi soyut kavramlarla özgürlük alanımız yok ediliyor, güvenlik diyerek haklarımız çiğneniyor. Halkın güvenliği, refahı, özgürlüğü yani yaşamı ihlal ediliyor. Bir taraf yaşarken, diğer taraf eziliyor. Bunu görmezden gelerek avukatlık yapabilir miyiz? Halkın onurunu, değerlerini, inançlarını ve kültürünü yaşamını savunmayan hukuk olur mu? Şöyle diyor arap şair Nizar Kabbani: “Dostlarım / Başkaldırmıyorsa neye yarar şiir? / Azgınları ve azgınlıkları yıkmıyorsa, neye yarar şiir? / Zamanı ve mekânı / Sarsmıyorsa neye yarar şiir? / Satrapların başındaki tacı / Yere çalmıyorsa, neye yarar şiir?” Bende ekliyorum; halka mutluluk, huzur, refah, güvenlik getirmeyen hukuk neye yarar? Avukatlık mesleğini ülke gerçeğinden, maddi koşullardan bağımsız olarak icra edemezdik. Avukatlık pratiğimiz, gerçeği kavrayışımıza uygundur. Bizim söylemimiz ile pratiğimiz arasında bir milim fark yoktur. Avukatlık kanunun birinci maddesine göre avukat, hukuki bilgi ve tecrübelerini adalet hizmetinde kişilerin yararlanmasına tahsis eder. Avukatlık Kanunun ikinci maddesine göre ise: Avukat her türlü hukuki meseledeki anlaşmazlıkları adalete ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini sağlamalıdır. Adaletin hizmetinde, adalet ve hakkaniyete uygun olarak” mesleğimizi sürdürdük. Bu dava dosyasında bunun aksini ortaya koyacak tek bir eylem, söylem, delil yoktur. Ama isterseniz, gelin adaleti ve hakkaniyeti tartışalım. Soyut değil gerçek adalet. Adalet, devletin çıkarlarını korumak adına halka eziyet etmek değildir. Adalet, siyasal düşüncelerini koruyan tutsaklara işkence etmek değildir. Adalet, hapis cezasını bir intikam aracı olarak uygulamak, tecrit yöntemleri ile ıslah etmek değildir. Adalet, inançlarına uygun olarak yaşayan, kültürünü korumaya, etnik yapısını savunmaya çalışan, hak talep edenlere baskı uygulanması değildir. Adalet, hukukun iktidarın istediği gibi uygulanması değildir. Adalet, önlenebilir ölümleri kaza olarak, kader planı olarak tarif etmek değildir. Adalet, bir zengin ile bir yoksulu eşitlemek değildir. Fırsat eşitliği adı altında, sosyal, ekonomik, tarihsel durumları dikkate almamak değildir. Biz böyle bir adalete karşıyız. Halk için hakkaniyete dayalı yani temelini emekten, kültürden, inançtan, tarihten, bilimden alan bir adalet anlayışını savunuyoruz. Hak mücadelemiz buna uygundur. Terör kavramı hukuka 1991 yılındaki kanun değişikliği ile girdi ve geçen zamanla birlikte içeriği genişledi. 2001 yılında Emperyalizmin yönlendirmesiyle kişilerden örgütlere, inançlardan ülkelere kadar pek çok şey bu tanımın içine sokuldu. Siyasi bir kavram olan terör konusunda ortaklaşırmış bir tanım da bulunmamaktadır. Her ülke kendisine yönelen tehlikeye göre bir terör kavramı oluşturmuştur. Dolayısıyla ülkeden ülkeye değişen bir kavramla karşı karşıyayız. Bizim ülkemizde ise neyin terör ve ya da kimin terörist olduğunu belirleyen de AKP iktidardır. AKP bu kavramı öyle bir kullanıyor ki, halka karşı silahlı eylem yapanı da terörist kabul ediyor, sosyal medyada düşüncelerini açıklayanı da. Hatırlayın ekonomi konusunda iktidara aykırı açıklama yapan iktisatçılar da terörist olarak yaftaladı. Terör kavramı, iktidarın politikalarını desteklemek için sırtını dayadığı yaşamsal öneme sahip bir payandadır. Kriz anı gelip çattığında aynı gemideyiz denilmektedir. Öyle mi? Belki! Ama kesin olan şudur: Terör kavramı, bu gemide boğulmaya mahkum büyük bir kalabalığın kurtulmaya çalışırken, gemiyi alabora etmemesi için gündeme gelen şiddete dayalı bir önlemdir. Adaletsizlik arttığı oranda terör kavramını da duymamız bundandır. Dolayısıyla adaletsizliği pratiğe döken ve onunla yaşayan iktidarların bütün gözeneklerinde sadece şiddet akar. Açlığın ve yoksulluğun ve yok saymanın yarattığı adaletsizliğe uğrayanların giderek artan kalabalığına karşı başka da bir itaat tekniği geliştirilemeyeceği için şiddet de artar. Çiçero “savaşta yasalar susar” diyor. Ekonomik ve siyasi kriz, halka karşı bir savaş biçimidir. Bu kriz döneminde yasalar susar ve terör politikası devreye girer. Özgürlük yerine güvenlik önlemleri artar. Ve güvenlik önlemleri arttıkça özgürlük alanımız küçülmeye başlar. Ancak kaybettiğimiz tek şey özgürlük olmuyor. Sağlıktan eğitime, barınmadan yaşamaya kadar temel haklarımız da yok ediliyor. Siyasi bir kavram olan terörü hukuki bir kılıfa ceza yargılamasına sokmaya çalıştığınızda ortaya, kaypak, belirsizlik, ölçüsüz, keyfi bir alan ve ona uygun bir soruşturma biçimi çıkıyor. Terör adı altındaki soruşturmalarda gözaltı kararları, aramalar, zapt etme, teknik takip, dinlemeler, gizli soruşturma gibi konuların tümünde sınırsız bir keyfilik vardır. Olağanüstü bir soruşturma usulü olması nedeniyle işlemlerin titizlikle yürütülmesi gerekirken, aksine kes yapıştır gibi her işleme uygun hazırlanmış formlarla yürüyor işlemler. Bu formlar tarih, isim ve imza ile savcılık işlemine dönüşüyor. Terör soruşturmasında kanunda aranan hiçbir usule uyulduğunu görmedim. Özel yaşama, aile yaşamına saygı gibi anayasal haklar bu soruşturma kapsamında askıya alınmıştır. Savcıya haklardan bahsettiğinizde de, uzay filminden bahsediyorsunuz gibi yüzünüze bakar. Terör soruşturmasının hâkimi, savcısı da özel yetkilerle donatılmıştır. Delile dayanmayan, gizli tanıklara gereğinden fazla önem atfedilen hızlı yargılamalar bu soruşturmada baş tacı edilir. Polisin hazırladığı evraklara kesin hükümle bakan, araştırma ve incelemeye dayanmadan yapılan akıl yürütmeler ve ön yargılarla dosyaları inceleyen savcıları gördük hep. Bu savcıların bir kısmı, önlerine konulan dosyaları dar bir bakış açısıyla inceleyip, polisin hazırladığı dosyaları iddianameye dönüştürmekle yetindiler. Öteki savcılar da özellikle kendilerine güvenli olanlar, hazırlık soruşturmasındaki hukuksuzlukları ileriye taşıyıp yükselme hırsı ya da kin duygularıyla hareket ettiler. Terör soruşturması pek çok kişinin haksız ve ağır cezalarla cezalandırılmasına neden olurken, yargıyı da siyasi alana daha çok yaklaştırmıştır. Öte yandan burası “terör” kavramıyla yaratılan büyüden ve güçten faydalanan hakim ve savcıların suç işlediği bir alan haline gelmiştir. FETÖ borsası gibi suç örgütlerinin ve çıkar ilişkileri bu zeminde doğmuştur. Halka, insanlığa, ahlaka, tarihe, doğaya, halkın birliğine karşı cani nitelikte örgütlü ve sistematik bir biçimde pek çok suç işlenmektedir. Bu suçların ortaya çıkardığı tahribatı, yıkımı ve ölümü ölçmenin bile mümkün olmadığı kanısındayım. Adli nitelikte sayılın bu suçların faillerin aldığı cezalara bakın. Bir de siyasi nedenlerle cezalandıranların aldığı cezalara bakın. İkisi arasında uçurum olduğunu göreceksiniz. Yüzlerce siyasi tutuklu eylemi sonucunda maddi bir zarara neden olmasa da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla cezalandırılıyor. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının infaz biçimi, uzun süreli işkencenin modern biçimidir. Dünyanın hiçbir ülkesinde siyasi suçlar bu kadar ağır şekilde cezalandırılmamaktadır. Dolayısıyla terör soruşturması adı altında bir şiddet politikası yürütülmektedir. Devlete ya da hükümete ya da siyasilere yönelik her eylem ortaya çıkan sonuca bakılmaksızın en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Yargı eliyle uygulanan şiddet modern ceza politikasına yerleştirilemez. Bana kalırsa Fransız devrimi döneminin o karışık günlerinden herkesin giyotine gönderildiği anlar bu günlerin anlarından daha dehşetli değildir. Buraya kadar hukuka ve mesleğe bakışımızı, avukatlık pratiğimizi hangi koşullarda nasıl ve neden şekillendiğini anlattım. Pratiğimiz gözaltı takibinden, duruşmalara girmekten ibaret değildir. Gözaltı ve ceza davalarının takibi tüm hukuksal işlerimizin %20’sini teşkil eder. Hapishane ziyaretleriyse %10’unu. Geriye kalan zamanda diğer hukuksal başvurular yapmak, hak ihlalleri için araştırma ve incelemelerde bulunmak, eğitim ve tartışmalar yürütmek, direnen işçi ve emekçilerin yanı başında olmakla geçiyor. Fakat iddianameye göre ‘büro, DHKP-C örgütünün gözaltı ve davalarını takip etmek için kurulmuştur’. Soruşturmasını ve davasını takip ettiğimiz kişilerin DHKP/C örgütüne üyelik iddiasıyla suçlanmaları buna kanıt olarak gösterilmiştir. Yine gizli tanık ve itirafçı tanıkların beyanları bu iddiaya delil olarak gösteriliyor. Dijital veriler incelenmeden, yazılanlar da gerçek kabul ediliyor. Avukatlık ihtisas alanıdır, zaman isteğinizden bağımsız olarak hukuk alanlarının birinde yoğunlaşmanızı sağlar. Mesleğe iş davalarını takip ile başlarsanız, öyle devam eder. Ceza ile başlarsınız ceza ile devam eder. Büromuzun iş yükü kamu hukuku alanındadır. Bunlar arasında ceza davaları daha ağır bir iş yüküne sahiptir. İyi avukatlarız, ilkelere sahibiz, işimizi korkusuzca yapıyoruz, müvekkillerimizin haklarını savunurken ikirciksiz davranmıyoruz, işkence ve usulsüz işlerde sesimizi yükseltiyoruz… Örgüt üyesi iddiasıyla suçlanan birinin büromuzdan bir avukatı tercih etmelerinde bundan daha doğal bir şey var mı? Sizin bu bakış açınız bana Amerika’yı işgal eden işgalcilerin bakış açısını hatırlatıyor. 16. ve 17. yüzyılda, Güney Amerika işgalcileri yerlilerin davranışlarını kendilerine göre yorumlarken şöyle düşünüyorlardı. Örneğin: Karayip adalarındaki yerliler intihar ediyorlarsa, tembeller çalışmayı reddediyorlar. Mülkiyet hakkından habersiz her şeyi paylaşıyorlar ve zenginlik hırsından yoksunlarsa, hepsi insandan çok maymunun akrabası olduklarındandır. Şüphe uyandırıcı bir sıklıkla yıkanıyorlarsa, engizisyon ateşinde yakılan Muhammed dininin sapkınlarına benzediklerindendir. Çocuklarını hiç dövmüyorlar, onları özgür bırakıyorlarsa, ceza vermekten aciz olduklarından, herhangi bir doktrinleri olmadığındandır. Diyorlardı. Siz de gerçeği inceleyip anlamak yerine, kendiniz için oluşturduğunuz düşünce kalıplarına göre onu anlamaya çalışıyorsunuz. Avukatla müvekkili ile özdeşleştiriyorsunuz. Siyasi davalarda bu durum her zaman avukatın başına gelir. Devletin kendi niteliğinden doğan uyuşturucu ve çete davalarında bir avukatın baktığı müvekkiller nedeniyle yargılandığını gördünüz mü? Tarih boyunca yargılanan avukatlar hep siyasal dava avukatları olmuştur. Devletin haklara saldırıları karşısında etkin olan tüm avukatlar, bu tür yargılamaların parçası olmuştur. Ve bunu yapmak öyle kolaydır ki, yeter ki birilerini hedefe koyun. 12. yüzyılda kilise yazılı usülü reddettiğinde “kalem her şeyi yazabilir” diyordu. Biz de, bu kolluk ve siyasete tabi mahkemeler varken, herkes her an kurgulanmış delillerle suçlu olabilir diyoruz. Denilmektedir ki iddianamede: HHB Avukatı Oya Aslan tarafından Güler Zere’nin cezaevinden tahliyesi sonrası, öldükten sonra bir belgesel hazırlamıştır. Avukatlık dışında sinema alanıyla ilgilenmekteyim. Sanata bakışımda mesleğe bakışımdan farklı değildir. Sanat, gerçekliğin başka şekil ve biçimlerle yansıtılmasıdır. Sosyalist gerçekliliğe inanıyorum. Değiştirip geliştiren sanata. Güler Zere’nin hastalık sürecini anlatan belgeseli çektim. Hasta tutsak gerçeğinin kabul edilmesi o kampanyanın başarısıdır. Hasta tutsakların kavram olarak yerleşmesi ve onların serbest bırakılması Güler Zere’nin serbest bırakılması için verdiğimiz mücadele başlar. Güler Zere, hapishanedeki ihmaller nedeniyle kanser hastalığına yakalanmış bir tutsaktı. Hastane sevki yapılmadığı için teşhisi geç konulmuş, tedavisi de geç başlamıştı. Güler Zere’yi kaybettik. Ve bugün onlarca kişinin cesedi aynı nedenlerle hapishanelerden çıkıyor. Bu sorunun kalıcı olarak çözemiyor olmamızdan ötürü üzülüyorum. Ölüm sınırına giderek daha hızlı bir biçimde yaklaşan insanların duvarların arasında, hastalıklarıyla baş ederek yaşıyor olmalarını anlamıyorum. Bunları normal gören zihniyetle mücadele ediyorum. Elbette ben Güler Zerelerin belgeselini çekecektim. Tecrit bir işkence biçimidir, tecrit bir devlet politikasıdır. Bir ve üç kişilik hapishaneler bunun kanıtıdır. Hadi bunun aksini iddia edin. Edebilir misiniz? Edemezsiniz, edemediğinden sesimizi kısmaya kalkışıyorlar. Halkı devlete karşı tahrik etmeyi değil, gerçeği anlatarak bu politikaların son bulmasını istiyorum. Bu politikadan vazgeçmek istenmediğinden, susmamız isteniyor. Susmayız… İsterdik ki, ortaya koyduğumuz olay ve olgular üzerinden bizimle tartışılsın, iddiamızın yalan olduğunu ispat etsinler. Yapamazlar. Bu nedenle gerçeğe dayanmayan akıl yürütmelerle bizi suçlamak kolay olandır ama meşru değildir. Akın Gürlek, bakan yardımcılığı ile ödüllendirildiğine göre, size de benzer bir görev önerdiklerini düşünmemiz akla uygun olandır. Ne uğruna bize uygun görünen cezaların altına imzanızı atacaksınız. Neyin uğruna bunu yaptığınızı yakın zamanda anlayacağız. Ben de hukuki tartışmalar yapabilmek, dilekçelerle hukuki sonuç alabilmek, zorlanmadan temel haklarımı kullanabilmek, mesleğimi özüne uygun olarak yapabilmek isterdim. Ama sokakta şiddet ve baskı varken, halk ağır sömürü altında ve yozlaştırırken kafamı kitapların arasında tutamam, mahkeme başvuru yapmakla yetinemem, üç kuruş kazanmak adına olanları görmezden gelemem. Ben mesleğimin niteliğini yükseltmek kadar insanlığımı da yükseltmekle vicdanen huzurlu olabiliyorum. 17 yıldır Halkın Hukuk Bürosundayım. 17 yıldır vicdanımla çelişik yaşadığım tek bir anım olmamıştır. Mesleğimi yaparken bir kez olsun bile yaptıklarımdan pişman olmadım, oldum ise yapamadıklarımdan, yetemediğim, beceremediklerimden utandım. Her zaman daha fazlasını yapmaya da yeminliyim.”

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler