spot_img
spot_img
Ana SayfaGüncelKırmızı Duvarı Ne Yıktı? - M. Görkem Doğan

Kırmızı Duvarı Ne Yıktı? – M. Görkem Doğan

Birleşik Krallık seçimleri hakkında yeterince değerlendirme yapıldı. Bunların bir kısmı çöp, pek azı da Britanya Adası’ndaki seçmen davranışının ötesinde bir sonuç çıkarmamıza imkân tanıyor. Seçim sonucunun yaratılan tatava kadar ilginç olmadığını da vurgulayalım. İşçi Partisi yüzde 32.2 oy aldı. İngiliz İşçi Partisi, iktidarı kaybettiği 2010 seçiminden beri o seçim dâhil yüzde 32 barajını, 24 aydan kısa bir süre önce Corbyn’in liderliğinde tarihteki en parlak yükselişlerinden birini yaşayıp yüzde 40 aldığında aşmıştı sadece. Diğer sonuçlar bunun hep altındadır. Hatta Blair son kez seçim kazandığı 2005 yılında bu seçimin sonucundan sadece üç puan fazla almıştı. Tüm bu felaket sonuç lafları milletvekili sayısından ve kaybedilen seçim çevrelerinin çok uzun zamandır İşçi Partisi’nin kalesi olan seçim çevreleri olmasından kaynaklanıyor. Fakat Britanyalıların kullandığı basit çoğunluğa dayalı seçim sistemi, temsilde adaletle yakından uzaktan ilgisi olmayan bir sistem. Dolayısıyla seçim sonuçlarını değerlendirirken milletvekili sayısına bakmak anlamsız.

Seçimin sonucu ilginç değil. İlginç olan 2015’te yüzde 30, 2017’de yüzde 40 alıp 2019’da tekrar yüzde 32’ye düşmek. Yüzde 40 alırken de parti seçim bildirgesi devletleştirmeden, zenginleri vergilendirip sosyal harcamaları arttırmaktan bahsediyordu. Bu bakımdan iki kampanya arasında sadece nüanslar vardır. Değişim Brexit karşısında tutum konusundadır. Çöp olmayan bütün analizler bunu vurguluyor zaten, sen neden zamanımızı alıyorsun denecektir. Kanımca, Britanya solunun başına gelen bu hikâyeden neoliberalizmin ideolojik hegemonyasının yıkılışı sonrası, açıkça otoriter ya da değil, popülist sağ ile mücadele etmek zorunda kalacak tüm solcuların alması gereken dersler var.

Brexit tartışmasının yarattığı bölünmenin, kuşaksal ve coğrafi bir kültür savaşının fay hatları boyunca derinleştiği seçim analizi yazılarının iyilerinde ifade edildi. Bu savaş özellikle İngiltere’de ideolojik bir saldırıyla Thatcher’ın iki ulus muhafazakârlığı stratejisiyle başlamıştı. Neoliberal mantık uyarınca sanayisizleşen Orta ve Kuzey İngiltere’yi, Galler’in kuzeyini ve İskoçya’nın güneyini geride bırakan, buralara kamu kaynakları aktarmanın bireyin yaratıcılığı ve girişkenliği üzerinde olumsuz etkileri olacağının vazeden bu anlayış bir zamanların ağır sanayi ve kömür madenciliği etrafında gelişen kasabalarını çöküntü alanlarına çevirdi. Buraların beslediği Liverpool ya da Glasgow gibi kent merkezleri de geriledi. İnsanlar yoksullaştı ve yoksunlaştı, siyaseten de görünmez hale geldiler. İş bulamadılar, buldukları işler onların geçinmesine yetmedi. Buralara herhangi bir yatırım da gelmedi. Bu esnada metropoliten Londra ve Güney Batı İngiltere finans, hizmet ve bilişim sektörü eşliğinde gelişiyor ve neredeyse silme bir biçimde Muhafazakâr Parti’ye oy veriyordu.

Savaş sadece Thatcher ve kabinesi eliyle yürütülmüyordu. Anfield Road’da, seksenler boyunca, Rush ya da Dalglish ne zaman bir Londra takımına gol atsa misafir takım tribünleri Kop’a dönüp “kendinize bir iş bulun” diye bağırdığında da savaş sürüyordu. Kapitalist egemenler halka karşı bu bizim sevdiğimiz bir karşıtlıktır. Halk karşı karşıya geldiğinde ne yapacaksınız? Bu sanayisizleşen orta boy kasabalar neoliberal küreselleşmeyi bütünüyle en kötü yönleriyle gördüler. Metropoliten Londra ve Güney Batı İngiltere için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Fark sadece coğrafik de değildir, neoliberal küreselleşme sürecinde toplumsal bağnazlık da gerilemiş, farklı inanç ve kimliklere saygı da göreli olarak gelişmiştir. Bu kimi toplum kesimlerinin kamu kaynaklarına erişimini kısmen iyileştirmiştir.

Blair üçüncü yol siyasetini benimseyip, Thatcher’ın en büyük başarım dediği, İşçi Partisi’ni Neoliberal Parti’nin diğer kanadı haline getirdiğinde, Rush’ın doğduğu Kuzey Galler, Dalglish’in doğduğu İskoçya ve tabii ki Liverpool’un çevresi ve kuzeyi giderek daha az oranda seçimlere katılsa da, hala gidip oy verenler alışkanlıktan İşçi Partisi’ne oy vermeye devam etti. Muhafazakârlar ne de olsa hala Barones Thatcher’ın partisiydi. Kısacası, neoliberal küreselleşmeyi bazıları kasaba topluluklarının etrafında yaşadığı sanayi ve sendikal kurumların dağılması olarak tecrübe ederken diğerleri çokkültürlülüğün güçlenmesi, küresel bağlantı ve alışverişin (her anlamıyla) artması olarak deneyimledi. Bu arada İskoçya’da geleneksel liderliği emekli olunca kabuk değiştiren İskoç Ulusal Partisi, yerli bir sosyal liberal muhalefet alternatifi olarak, önerdiği siyasetler anlamında Muhafazakâr Parti’den pek farkı olmayan İşçi Partisi yerine, İskoçya’daki Tory nefretinin asıl vesaiti haline geliyordu.

Midlands’in sanayisizleşen eski maden ve endüstri kasabaları, eski kömür cenneti Kuzey Galler ve Kuzey İngiltere’de yaşayan insanlar açısından, geçenlerde ölen Barones Thatcher yerine Brüksel’in ne zaman başlarına gelenin nedeni sayılmaya başladığını tespit etmek zor. Ama bu örgütlü bir siyasi faaliyetin sonucudur ve üstelik yersiz bir suçlama da değildir. Brüksel bürokrasisi kuşkusuz neoliberal küreselleşmenin taşıyıcılarındandır. Lakin bu siyasi faaliyet kendisi de bir City of London finansçısı olan Nigel Farage önderliğinde Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi tarafından Murdoch basınının da yardımıyla örgütlenmiştir. Bugün bu tip hareketlere en genel geçer biçimde sağ popülizm diyoruz. Farage’ın popülerliği Muhafazakâr Parti’deki kankalarını da cesaretlendirmiştir. Parti içinde Avrupa Birliği karşıtlığı yükseldikçe David Cameron liderliğini sürdürmenin yolu olarak Brüksel ile Britanya için yeni bir anlaşma yapıp bunu bir referandumla halka sunacağı vaadini 2015 seçimleri öncesi söyleyiverdi. Bu süreçte kimi Tory politikacılarının özellikle Boris Johnson’un 19. asırdan kalma paternalizmle, sağ popülizmi harmanlayan kişisel bir taktikle tıpkı Farage gibi popülerliklerini arttırdığını gördük. Bu taktiği Johnson özellikle Brexit kampanyası sırasında “ayrılalım” hareketinin liderliğini alırken kullanacaktı.

Bu arada, 2008 finansal krizi sonrası ebeveynlerinden çok daha güvencesiz bir yaşamları olacağı iyice ortaya çıkan gençlerin önemli bir bölümünün, Avrupa ve Kuzey Amerika’da müesses siyaset merkezleriyle mesafelendiğini, bu mesafelenmenin genelde alışıldık siyasete karşı kayıtsızlık ve oy vermeme, kimi durumlarda ise sağ popülist diye genellenen hareketlerle ilişkilenme olarak ortaya çıktığını belirtelim. Bunun yanı sıra bu seçime bu kadar odaklanmamıza neden olan umut verici bir toplumsal seferberlik de vardır. ABD ve Britanya’da özellikle eğitimli, güvencesiz çalışan ve çokkültürlülüğe yatkın beyaz yakalı gençlerin çeşitli yaratıcı sosyal medya ağı kullanımlarını da içeren bir biçimde, seferber olup sosyal demokrasinin son altın çağından kalan, o günden bugüne hiçbir omurgasızlığa adı karışmamış iki yaşlı siyasetçinin etrafında ABD ve Birleşik Krallığı etkileyen toplumsal hareketler oluşturduğunu gördük. Jeremy Corbyn’i İşçi Partisi’nin liderliğine taşıyan bu toplumsal seferberliktir.

Jeremy Corbyn en baştan itibaren çok ağır sorunlarla baş etmek durumundaydı. İşçi partili parlamenterler arasında desteği zayıftı, liberal elitler arasında ise hiçbir şekilde desteği yoktu. Geleneksel olarak Murdoch basını İşçi Partisi liderlerine sürekli çamur atar, Corbyn liberal elitlerin desteğini görmediği için BBC ve Guardian ile de uğraşmak zorundaydı. Sürekli bir iftira kampanyasının hedefindeyken, 2005’ten beri sürekli itibar kaybeden İşçi Partisi’ni ayağa kaldırmak durumundaydı. Bu noktada, en büyük desteği Momentum’da somutlanan yukarıda bahsettiğimiz genç hareketten gördü. Özellikle metropoliten Londra ve Güney Batı İngiltere’de güvencesiz beyaz yakalı gençler partiye akın etti. Bunların medyadaki yüzleri Owen Jones ve Ash Sarkar gibi isimler özellikle 2017, 4 Mayıs’ındaki yerel seçimlerin kötü sonuçlarının ardından yalpalasalar da Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin halkla ilişkiler kampanyasını gerek eski medyada gerekse yeni medyada ellerinden geldiğince yaptılar. 8 Haziran 2017 seçiminin sonuçları ise her şeyi bu yeni hareket lehine değiştirmiş gözüken, nerdeyse sihirli sonuçlardı ama devamı gelmedi. Çünkü Brexit sonrası bütünüyle bu referandum etrafında bölünerek tam bir kültür savaşına dönüşen çatışmada 8 Haziran 2017’de yakalanan unutma anı bir istisnaydı. Seksenlerde başlayan polarizasyon Brexit’le iyice ete kemiğe bürünmüştü. Unutulmuş kasabalar verdikleri oyun sonucunun hayata geçmesini bekliyordu. Diğerleri ise Brexit yanlılarını eğitip gerçeği görmelerini sağladıkları kibirli bir hayal âlemindeydi.

Corbyn bunun hep farkındaydı ve ısrarla o sulara hiç girmek istemedi. Olan olmuştu, şimdi Britanya’yı yeniden inşa etmek lazımdı ama birkaç kişi için değil çoğunluk için. Liberal entelijensiya büyük ihtimalle haklı bir biçimde onun Brexit’ten hiç de memnuniyetsiz olmadığı fikrindeydi, 8 Haziran’ı kaybeder diye umdular olmadı. Muhafazakâr Parti, Kuzey İrlanda birlikçilerinin desteğiyle, azınlık hükümetini kurup Brüksel’le çıkış antlaşması pazarlığına girişince istedikleri ortamı buldular. Ülke yeniden Brexit tartışmaya başladı. Yeniden referandum isteği Corbyn’i destekleyen toplumsal hareketi etkileyecek bir yerde kuvvetlenmeye başlayınca tartışma partinin içine taşındı. Parti Konferansı bu gündemle geçti, Avrupa Birliği seçimlerinde AB yanlısı kesimlerin kolayca Yeşiller ya da Liberal Demokratlara oy verdiği görününce, İşçi Partisi alışkanlıktan kendisine oy verenlerin kolayca taraf değiştirmeyeceğini düşünüp, yeni referandum isteyenlere taviz verdi. İkinci bir referandum fikrini desteklemeye başladılar.

Böyle demeseler de bu karar şöyle algılandı: Yoksul halk göçmen karşıtı bağnazlıkları okşanarak Farage ve Torylerce kandırılmıştı. Yeni bir referandumla bu hatalarını düzeltme şansı kendilerine bahşediliyordu. Kuzey Galler ve Kuzey İngiltere’nin özellikle büyük kentlerinin dışında ayrılalım oyu verenler gene Rush’ın bir golü sonrası kendilerine dönüp kendinize bir iş bulun diye bağıran Londralı taraftarları hatırlamış olmalı. Ben sarı yeleklilere siz ekolojiden anlamıyorsunuz diyen Macron’u hatırladım. Bu seçimde sandıklara gitmediler ya da Boris’e oy verdiler. Ve Kırmızı Duvar çöktü.

Corbyn bu sonucu sezmişti ve ısrarla o sulara hiç girmek istemedi. Ash Sarkar’la seçim öncesi yaptığı bir söyleşide kendisine yöneltilen “peki ya değerler savaşını nasıl kazanacağız” sorusuna toplumsal eşitsizlikleri giderici politika önerilerini sayarak yanıt verdi ve bu bir cevap değildi. Bangladeşli Müslüman köklerinden gurur duyan Kuzey Londralı bir genç kadın olarak Sarkar, Brexit kampanyasının ortaya çıkardığı, sosyal medyada aktif kişilerin özellikle iyi bildiği, yabancı düşmanı ve düşmanca siyasal söylemden haklı olarak endişeleniyordu. Soru bununla ilgiliydi, yanıt ise değildi. Ve İşçi Partisi’nin esas sorunu da burada yatıyor.

Her ne kadar AB’de kalalım kesimine verilen tavizin siyaseten yanlış olduğunu düşünsem de, bu yapılmadığında sonucun çok değişeceği kanısında değilim. 59 koltuk kaybetti İşçi Partisi. Bunların yaklaşık dörtte biri İskoçya’da, “halk konuştu, artık yapacak bir şey yok” diyen bir İşçi Partisi bunları zaten alamazdı. Geriye kalan dörtte üç koltuk için neredeyse eşit sayıda koltuk Brexit’i sorunlaştırmayan bir tutumla Londra ve çevresinde kaybedilirdi. Rakamlar ortada. Kültür savaşından, hele de Britanya’da olduğu gibi uzun süredir devam ediyorsa, sadece iyi niyetle kurtulmanız mümkün değil, o yokmuş gibi davranıp toplumsal eşitsizlik sorununa odaklanarak da sorunu çözemezsiniz. Siyaset sizin hamle yaptığınız muarızlarınızın seyrettiği bir spor değil, sağ popülistler aktif olarak bu yaraları kaşıyor. Corbyn May’e karşı başarılıydı, Boris’e yenildi. Theresa May sıradan bir piyasacı merkez sağ siyasetçidir, Boris bir palyaço olabilir ama sağ popülizm sonuç alıyor. ABD’de herhangi bir Demokrat aday Jeb Bush’u yenebilir ve Trump herhangi bir Demokrat adayı yenebilir.

Kentli, çokkültürlü, evrensel değerlere bağlı genç bir güvencesiz çalışan beyaz yakalıyla, sanayisizleşmiş orta boy kasabaların eksik istihdam edilen ya da düpedüz işsiz, oyunun ulusal siyaseti küresel güçler ne derse desin belirlemesini isteyen emekçisini bir araya getirmek, bugünden yarına yapılabilecek, sınıf deyince kolayca çözülebilecek bir mesele değil. Bu yönde uzun erimli bir odaklanma içinde olmalı, böyle bir inşa faaliyetiyle bir süredir uğraşıyor ve bu yönde insanları hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmamış olmalısınız. Corbyn’in yeterince zamanı yoktu. Üstelik kendisine karşı iftira kampanyası ve parti içindeki merkezcilerle de uğraşmak durumundaydı. Corbyn’in varlığı sınıf bilinci yüksek kapitalistlerin aralarındaki farkları bir kenara itmesine yetti. Eski maden kasabası Bolsover’ın seçmeniyle Kuzey Londra’daki Islington seçmenini aynı hatta tutacak ortak bir sınıf refleksinin ise olmadığını gördük. Kamucu program son kırk yılın hatırasını silememişti.

Hareket kuşkusuz Corbyn ile kaim değil, istifası hareketin sonunu getirmeyecektir, Gary Younge Guardian’da bunun altını çizdi. İşçi Partisi’ne merkezci bir lider atamak isteyenler bu saatten sonra zorlanacaktır. Fakat dünyanın çok kültürlü kentli neoliberalizm karşıtları aynı zamanda Jacobin’in İngiltere editörü Ronan Burtenshaw’ın uyarılarını da dikkate almalı. ABD’nin Pas Kuşağı’nın ya da Kuzey İngiltere’nin eksik istihdam edilen ya da işsiz insanlarının haysiyetlerine basarak, onlara son tahlilde faydalı toplumsal adalet politikaları önermenizin bir karşılığı yok. Verdikleri oyun hangisinin geçerli, hangisinin geçersiz olduğuna siz karar veremezsiniz. Siyaset önerilerinizi oluştururken onları da dinlemek zorundasınız yoksa sağ popülizmle baş etmek mümkün olmayacaktır. Sınıf bilinci neoliberal küreselleşmenin hangi veçheleriyle uğraşacağına dair değerli fikirleri olanların tekelinde değil. Kırk yıldır topluluklarını bir arada tutan kurumlara yönelik saldırıyı deneyimleyenlerin söyleyecek sözü var. Onları dinlemeye gönül indirecek olan varsa…

Çok farklı bir konjonktürde aynı öneriyi biraz başka bir bağlamda Türkiye için de yapabiliriz. Mensup olduğunuz statü grubunun hayat tarzını, değerlerini sınıf siyaseti diye ambalajlayarak katma değeri düşük ürünlerde uzmanlaşan bir sanayi ülkesi olan Türkiye’de mavi yakalılara dayatmaya kalkmayın. Bu onları otoriter popülizmin kucağına itmenin garanti bir yoludur. Kuşkusuz, bu emekçilerin şoven ya da mezhepçi eğilimlerine göz yumun demek değildir. Bunlarla tavizsiz mücadele ancak siz de kendi burjuva konfor alanınızdan kopmaya cesaret ettiğinizde mümkün olacaktır. Bunun dışında sadece kültür savaşı ateşine odun taşırsınız.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler