spot_img
spot_img
Ana SayfaTeoriGeri Çekilmenin Dinamikleri ve Sınıf Mücadelesinin Güncelliği – Robert Brenner

Geri Çekilmenin Dinamikleri ve Sınıf Mücadelesinin Güncelliği – Robert Brenner

Jacobin dergisinden Bhaskar Sunkara’nın Aralık 2015 sonlarında Robert Brenner’le yaptığı röportaj; sendikal mücadele pratikleri, sendikal bürokrasinin emek hareketine verdiği zararlar, sosyal devlet uygulamalarının yükselişinin ve çöküşünün ardındaki faktörler, sendikal hareketin sosyal devlet uygulamalarını savunurken düştüğü çelişkiler, salt sendikal taleplerin kırılganlığı, işçilerin öz-eylemliliklerinin uygun bir politik hatta oturtulması, günümüzde işçi hareketinin taşıdığı potansiyeller gibi konularda (önümüzdeki dönemde şiddetlenmesi muhtemel sınıf mücadelelerine de ışık tutacak) önemli tespitler içeriyor.

Çeviren: Akın Emre Pilgir

Yayıma Hazırlayan: Emre Ergüven

Bhaskar Sunkara: New Deal üzerine kafa yorulduğunda, insanların iki temel değerlendirmesi oluyor. Bu değerlendirmelerden biri, bizi ekonomik bir bunalıma sürüklemiş olan büyük kapitalistlere karşı Franklin Roosevelt’in bir grup işçiye önderlik etmiş bir kahraman olduğu şeklinde. Diğer uçtaysa, Roosevelt’in tek amacının kapitalizmi kendisinden kurtarmayı isteyecek kadar akıllı olan seçkinlerin çıkarına hizmet etmek olduğunu savunanlar var. Hangisi gerçeğe daha yakın?

Robert Brenner: New Deal reformlarının ortaya çıkmasındaki kilit unsurun, işçi sınıfı mücadelesinin seviyesi ve niteliğindeki dönüşüm olduğunu söylemem gerekir. Roosevelt’in seçildiği ilk iki yıllık süre içerisinde, kitlesel ve militan bir işçi sınıfı hareketinin birdenbire ortaya çıkışına tanık olduk. Bu adeta, işçi sınıfı bilincinin dönüşümüne ve Roosevelt’in reformlarını mümkün kılan politikalara maddi bir temel sunmuştu.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yükselen emek hareketi ve radikalleşmeyi, işçilerdeki militanlığın sönümlenmesi takip etmiş ve 1920’ler Amerikan sermayedar sınıfının gücünün, güveninin ve üretkenliğinin doruğa çıktığı, endüstri ve politikaya tamamen hâkim olduğu yıllar olmuştu. İmalattaki verimlilik bu on yıl içerisinde tarihte eşi görülmemiş bir hızla yükselmiş, sendikal sözleşmeleri yasaklayan işyerleri her yere hâkim olmuş, büyük işletmelerin yanındaki Cumhuriyetçi Parti iktidarda kalmış ve borsalar tüm rekorları kırmıştı.

1929’da borsaların çöküşüyle meydana gelen Büyük Bunalım’ın başlangıcı her şeyi değiştirdi. Hoover yönetimi, %25’le rekor seviyeye ulaşan işsizlik ve yıkıma uğramış yaşam koşulları karşısında felce uğradığından, bir nesil boyunca Cumhuriyetçi Parti’yi halkın gözünden düşürmüştü.

Bütün bunlara rağmen yeni Roosevelt yönetiminin çalışan insanlara sunacağı çok az şey vardı. Kabul edilmesi için uğraştığı Ulusal Sanayiyi Kurtarma Yasası, karteller ve tekeller vasıtasıyla kapitalist fiyatlar ile kârları destekleyerek sanayiyi canlandırmayı amaçlıyordu. Fakat bunun ekonomik krize hiçbir olumlu etkisi olmadı.

Politik ortamı radikal bir biçimde değiştiren şey, Rosa Luxemburg’un “kitlesel grev dalgası” diye adlandıracağı şeyin ortaya çıkışıyla oldu. Nitekim bu durum, Luxemburg’un Rusya’daki 1905 devrimi esnasında ve onu takip eden kitlesel grevlerde tanık olup tahlil ettiği bir fenomendi. Apansızın, ilki 1933 baharında Detroit otomobil fabrikalarında başlayan bir dizi büyük ve kapsamlı grev patlak verdi. İşyerlerinde ve sokaklarda, örgütlü-örgütsüz, iş sahibi-işsiz çok daha büyük işçi gruplarını yükselen bir dalga içinde harekete geçirdi. İşçilerin artan gücüyle birlikte, önceleri imkansızmış gibi görünen sistemli talepler ve fikirler artık mantıklı ve yapılabilir hale gelmişti.

Grevler kısa sürede Güneydeki tekstil imalathanelerine, Doğudaki kömür madenlerine ve Orta-batıdaki çelik fabrikalarına yayıldı. Fakat şirketler ve yerel baskıcı güçler tek tek grevleri ezerken Roosevelt olanları kenardan izleyip hiçbir şey yapmadı.

İşçi hareketinin mucizevi yılı 1934’tü. İşçiler üç büyük kentsel genel grev mücadelesi verip zafer elde ettiler: San Francisco (liman işçilerinin öncülüğündeki), Minneapolis (kamyoncuların) ve Toledo (otomobil işçilerinin). Sendikacılar, ülke çapında kentleri sarsan bir dizi başka grevle birlikte bu mücadelelerde, diğer endüstrilerdeki işçilere ulaşarak, grevlere destek olmaları için yurttaşları seferber ederek, işsizlerin oluşturduğu kurullarla ittifak kurarak ve polislerle büyük kavgalar vererek güç topladılar.

Bunun sonucunda güçler dengesindeki ve politik bilinçteki değişim, Endüstriyel Örgütler Kongresi’nin (CIO) yükselişine, Demokratların ülkenin hâkim siyasal partisi olmasına ve New Deal reformlarının yasalaşmasına zemin hazırladı.

Kasım 1934’te Demokratlar, 1932’de aldıkları seçmen çoğunluğunu daha da arttırarak, kongredeki ara seçimlerde ezici bir zafer elde ettiler. Politik yelpazenin radikal ucunda yer alan çok sayıda demokrat seçilmiş, hatta birkaç sosyalist bile göreve gelmişti. Henüz yeni aktif mücadele yürütmeye başlamış olan işçiler kent siyasetine dahil olmuşlar ve Demokratlara katılmışlardı.

Bir o kadar önemli olan da, 1934 grevlerindeki ezici zaferlerin, yeni gelişmekte olan radikal emek hareketine sonraki üç yıl içerisinde Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası (UAW) ile CIO’yu kuracak özgüveni ve gücü vermiş olmasıydı. Roosevelt standart bir politikacıdan bir reformcuya dönüştü. Yeni emek hareketinin havuç ve sopası iktidarı, aralarında Sosyal Güvenlik Yasası, Adil Emek Standartları Yasası (birçok işçi için azami çalışma saati ile asgari ücreti belirlemişti) ve Wagner Yasası’nın (daha fazla sendikanın kabul edilmesini içeren ve toplu sözleşmeleri rutinleştiren) da olduğu bir dizi tarihi sosyo-politik reformu savunmaya sevk etmişti.

Peki bu dalga ne derecede önceden beri var olan örgütlere, özellikle de Komünist Parti (KP) ile Troçkistler ve Amerika Sosyalist Partisi gibi diğer sosyalist güçlere dayanıyordu?

Bence Rosa Luxemburg’un kitlesel grevlerin toplumsal psikolojisine ilişkin anlayışı, zorunlu ve vazgeçilmez kalkış noktası olmalı.

Asıl mesele, ölçeği ne kadar büyük olursa olsun tek başına örgütlenmenin, düşük seviyede bir aktivite ve bilinci kitlesel bir grev dalgasına dönüştüremeyeceği ve belli bir eşiği geçmiş kitlesel bir radikal faaliyeti devam ettirmenin eşit derecede zor olduğudur. İnsanlar işverenlerine karşı direnmek için biraraya gelmekten aciz kaldıklarında, işçilerin atomize olmuş koşullarından kaynaklanan bencillik o günün düzeni olur.

İşçilerin kolektif eyleminin beklenmedik ve plansız bir şekilde büyümesi, yeni bir kitlesel eylemlilik ve radikal politikalar döneminin başlamasında kilit önem taşır; ve ABD tarihine damga vurmuş kitlesel eylemlilik, politik radikalleşme ve toplumsal reform dalgasının döngüsel bir şekilde kesintili olarak gerçekleşmiş olması tesadüf değildir. İlerleme Çağını, New Deal’i, Büyük Toplumu düşünün.

Bununla birlikte, örgütlü sosyalistler ve devrimciler işçilerin gelişen öz-eylemliliğinde yatan potansiyelin açığa çıkarılmasında göz ardı edilemeyecek bir rol oynamışlardır. Geçici olarak birbirinden kopuk mücadeleler arasında bağ kurulmasına katkı sunmuşlar, o günkü duruma ilişkin tarihsel temellere sahip tahliller önermişler ve her şeyden önce eylem stratejileri oluşturmuşlardır.

Bunalım yıllarındaki işçi eylemliliğinin tohumları, Komünist Parti ile diğer radikal sendikacıların, Amerikan Emek Federasyonu’ndaki (AFL) meslek sendikacılığının sınırlılığı ile muhafazakarlığını aşmak ve endüstriyel sendikacılığı hayata geçirmek amacıyla Sendika Eğitim Birliğini kurmalarıyla atılmıştı. Bu oluşuma kaynaklık eden fikirse 1919’da büyük grev dalgasında gündeme gelmişti.

Daha da önemlisi, Komünist ve Sosyalist Parti üyeleriyle Troçkistler, 1920’lerde ve 1930’ların başlarında çeşitli sektörlerden birçok fabrikada işçi liderleri ve örgütleyicileri olarak stratejik konumlarda yer almaktaydılar. Bu sebeple 1934’te gerçekleşen üç büyük genel grevin (San Francisco’da Komünistler, Minneapolis’te Troçkistler ve Toledo’da A. J. Muste’nin takipçileri) örgütlenmesinde temel rol oynamak için mükemmel bir konuma sahiptiler.

1934’teki genel grevlerin devam ettiği dönemde, aynı radikal partiler ile Komünistlerin, Troçkistlerin ve Sosyalistlerin oluşturduğu ağlar, 1935 ile 1937 yılları arasında UAW ve CIO içerisindeki taban hareketinin örgütlenmesinden ve stratejilerin belirlenmesinden de sorumluydular.

Bu militanlar için belirleyici olan ilke, işçi sınıfının bağımsızlığıydı. Bu açıkça, yeni hareketin AFL görevlilerine, endüstriyel ihtilaflarda arabuluculuk yapan hâkimlere ve Demokrat Parti vekillerine güvenemeyecekleri, hatta karşılarında bunları bulacağı anlamına geliyordu.

Kendi üyelerine bel bağlamak zorunda olduğundan, sokaklarda ve fabrikalarda yürüttükleri doğrudan eylemlerle, başka işçi gruplarıyla dayanışma içine girerek ve kendilerini patronlardan yana olan (ve yasalar tarafından sınırlanmamış) bir devlete karşı mücadele etmek için hazırlayarak güç toplamaları zorunluydu.

Sendikaların tanınması için peşpeşe yapılan ve bu güçlerin örgütlediği grevler, 1936-37 Flint İşgali ve Grevinde dünyanın en büyük şirketi olan General Motors’a karşı elde ettikleri zaferle doruğa ulaştı; nitekim bu zafer CIO’nun kurulmasını da kesinleştirmişti.

Gelişmiş kapitalist dünyadaki diğer yerlerde sendikal hareket ve sendikal örgütlenmeler, sosyal-demokrat işçi partilerine temel teşkil etti. Ancak Birleşik Devletler’de hiçbir atılım olmadı. ABD’de işçilerin Demokratlardan bağımsız bir parti inşa edememesinin sebebi nedir?

1933-35 yıllarında militan ve kitlesel nitelikteki işçi hareketinin yükselişi, ABD’de kurulacak olan bir işçi partisinin önkoşulu olan ve olmayı da sürdürecek politik koşulları ve radikal bilinci yaratmıştı.

Bu türden bir mücadele olmadığı takdirde, Amerikan seçim sisteminin kazananın her şeyi aldığı ve oy çoğunluğuna dayanan niteliği, işçi partisi de dahil olmak üzere herhangi bir üçüncü partinin kurulmasını imkansız hale getirmektedir. Çünkü üçüncü bir partinin oy çokluğunu garanti edemediği normal koşullarda, o partiye oy atmak aslında boşa oy kullanmaktır.

Meseleyi daha genel hatlarıyla koyacak olursak, üçüncü bir partiye oy verme stratejisi asla sürdürülemez. Çünkü üçüncü parti oy oranını arttırken, sağcı parti tipik bir şekilde daha büyük bir çoğunluk elde edecektir. Üçüncü bir parti ancak, yurttaşların büyük bir bölümü arasında ani bir sol rüzgar yaratabilecek, devasa bir kitlesel hareketin desteğiyle tek seferde çoğunluğa ulaştığı takdirde başarıya ulaşma şansına sahiptir. Aksi takdirde kör seçim hesaplamaları iki partili tekelin hegemonyasını garanti altına alacaktır.

UAW’nin 1935’teki kuruluş toplantısında, üyeler aslında yaşanan yaygın radikalleşmeden yararlanmak istemişler ve sermayenin temsilcileri olarak gördükleri Roosevelt ile Demokratlara destek vermeyi reddetmişlerdi. Fakat bu muhalif politik tutum ancak kısa bir süreliğine devam ettirilebildi. Sonunda UAW ve CIO kalıcı bir şekilde kendilerini Demokrat Parti’ye endekslemiş oldular.

O günden bu yana Demokratlar, bu sınırlı bağlamıyla işçi partisi haline gelmiştir. Oysa gerçekte, emek hareketini baştan bu yana kapitalist unsurlara tabi hale getiren sendikal hareketin partisi olmuşlardır.

Sürekli ve bağımsız bir işçi partisinin olmamasının sonuçları neler olmuştur?

Bir şey en baştan açıkça ortaya konmalı. Bir işçi partisinin veya sosyal-demokrat partinin önemli reformlar elde etmeye hiçbir gereksinimi yoktur. İşçi sınıfının kitlesel eylemliliği tek başına, Roosevelt yönetimini politik tutumunu değiştirmeye ve reform yasalarını çıkarmaya zorlayacak kadar işçi sınıfının gücünü arttırmış ve onun bilincini sola yöneltmiştir.

1934 genel grevleri ile kitlesel işçi hareketine liderlik etmiş Komünistler, Troçkistler, sosyalistler ve sendikacılar, aynı zamanda işçi partisi için de mücadele yürütmüşlerdir. Bunu, endüstriyel sendikacılık doğrultusunda bağımsız bir taban hareketi yaratmaya dönük programlarının zirve noktası olarak görmüşlerdir. Onlara göre böyle bir işçi partisi, kurulan CIO için siyasi bir kabuk sağlayacaktı.

Buna tamamen karşıt olarak, sosyal-demokrat partilerin çekirdeğini oluşturan toplumsal tabaka (sendika görevlileri) işçi partisi için verilen mücadelenin tamamen dışındaydı. Mevcut AFL’deki sendika liderleri, böyle bir oluşuma her zaman acımasızca karşı çıkmışlardı. CIO’nun kurulması için AFL’den ayrılan -ve başlarda militanlığını destekleyen- sendikacılar bile en başından itibaren, yeni emek hareketini Demokrat Partinin güvenli çizgileri içine çekme gayretinde olmuşlardı.

Bu kişiler, savaş sonrası dönem boyunca Demokrat Parti içinde faaliyet yürütecek küçük çaplı sosyal-demokrat partinin çekirdeğini oluşturacaklardı.

Demokrat Partideki reformist eğilimlerden de sorumlu olmalarına rağmen temel öncelikleri, işverenlerle çatışmaya yol açıp sendikaları ve içinde çalışanların konumunu riske atabilecek taban isyanlarını bastırmaktı. Tehditlerin etkisiz hale getirilmesiyle, takip edilecek yol güvenli hale gelmişti: Savaş sonrasındaki ekonomik büyümeden faydalanıp sermayeye (asgari ölçülerde) baskı uygulamak ve seçim faaliyetleri, lobicilik, toplu pazarlık gibi zararsız stratejilerle yeni üyeler kazanmaya çalışmak.

Emek hareketini gücü bakımından 1930’ların ortasında zirveye ulaşmış konumundan, savaş sonrasındaki dönemde rutine binmiş politikalara taşıyan dönüşümü anahatlarıyla açıklayabilir misiniz?

1937 yazında hareket, kısmen nesnel ekonomik baskılar, kısmense öznel politik kararlar sebebiyle gerileme halindeydi. Hepsinden öte, yılın daha ilk yarısı bitmeden ekonomi “ikinci bunalıma” düşmüş ve hızla yükselen işsizlik işçilerin mücadele gücü üzerinde yıkıcı bir etki bırakmıştı.

Ancak tüm bu gelişmeler öncesinde, yeni iş başına gelen CIO yetkilileri isyankar hareketi pasifleştirmeye girişmişlerdi. UAW’nin yeni liderleri, daha zayıf şirketlerin rekabet gücünü ve kârlılığını azaltmaktan kaçınmak amacıyla, militan kadrolarını otomobil endüstrisi genelinde daha iyi şartlar için verdikleri mücadeleden el çektirdiğinde, sendikanın tanınmasını sağlayan tarihsel GM sözleşmesindeki imzaların mürekkebi kurumamıştı. Aynı yetkililer eşzamanlı olarak, GM’deki zaferle cesaret kazanan tabandaki militanların başlattığı işgal ve sendika onayı olmadan yapılan grev dalgasını da bastırmaya çalışmıştı.

Son darbe çok kısa bir süre sonra, CIO liderleri John L. Lewis ile Philip Murray’in örgütçü üyelerine, Roosevelt’in çelik endüstrisini örgütlemeye dönük kampanyasına “güvenmelerini” emretmesiyle yaşandı. O güne dek hâkim olan tabanın bağımsızlığı stratejisinden kopuş, bundan daha belirgin olamazdı. Bu kopuşun sonucu ise Anma Günü katliamı oldu. Başlarında Demokratların valisi Ed Kelley’in olduğu Chicago Polis Teşkilatının, Mayıs 1937’de açtıkları ateşle on silahsız eylemciyi katledip otuzdan fazlasını yaralaması, kuruluş safhasında olan Birleşik Çelik İşçileri sendikasının ezici mağlubiyetine yol açtı.

Bu 1930’ların kitlesel grev dalgasını etkili bir şekilde sona erdirdi ve geçmişe bakıldığında yeni bir CIO bürokrasisinin baş döndürücü bir hızla güçlenmesini beraberinde getirdi. Bu gelişmeyi mümkün kılansa, Komünist Parti’nin politik çizgisinde uluslararası düzlemde yaşanan değişimdi.

Stalin’in Komintern’inin yönetimi altına girdikten sonra, parti işçi sınıfının bağımsızlığını ve öz-örgütlenmesini program alan bir yapıdan, “burjuvazinin ilerici kanadıyla” ittifak içine girme çağrısında bulunan sözde Halk Cephesi çizgisine geçiş yaptı. ABD’de bunun anlamı, Roosevelt’le, Demokrat Parti’yle ve hem AFL hem de CIO sendikalarının yönetici kadrosuyla ilişkilenmekti.

Aslına bakılırsa, KP militanları kendilerini yeni oluşmakta olan bu üst yöneticiler tabakasına tabi kılmışlardı; ve bu kişilerin en temel önceliği, işçilerin olduğu kadar devletin de yeni bir sendika federasyonunu kabul etmesiydi, bu sendikal gücün tek gerçek kaynağını ortadan kaldıracak olsa bile.

Yani sendika yetkilileri ile parti politikacıları, bu örgütlerin temellendiği ve onların sermaye ile devletten ödünler koparabilmesini sağlayan temel toplumsal güçlerin altını oydular.

Evet. Militan bir kitle hareketinin yükselişi radikal liderlerden oluşan yeni bir kadro ortaya çıkardı, fakat aynı zamanda bir grup eski sendika liderini de en azından bir süreliğine radikalleştirdi. Ancak kitle hareketi dağılmaya başladıkça, aynı liderler etraflarına bakıp savaşa hazırlanan bir kapitalist sınıf ile liderlerine destek olamayacak kadar dağılmakta olan sendika üyeleri arasında kalma tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını gördüler. Sendika örgütlenmesini korumak için –ki her şey buna bağlıydı– patronlarla bir tür geçici anlaşma zemini kuracak şekilde stratejik bir geri çekiliş tek sağduyulu seçenek gibi görünmekteydi.

Ne var ki sendika liderlerini muhafazakar bir tutum almaya iten koşullar, konjonktürel değil yapısaldır. Sendika üyelerinin ekonomik kaderi sınıf mücadelesi sayesinde işverenlerden koparacakları tavizlere ve dolayısıyla sermaye karşısında kullanabilecekleri güce bağlı olduğundan, sendika görevlileri kendi maddi temellerini sendika örgütlenmesinin kendisinde görürler. İşverenlerin sendikayı tanımasını sağlayabildikleri ölçüde, hayatta kalabilirler, hatta konumlarını iyi bir seviyede tutabilirler.

Yani sendika görevlileri, sıradan üyelere nazaran sahip oldukları önemli avantajlarla, sermaye ve emek arasında ayrı bir toplumsal tabaka oluştururlar. Şirketler yerine sendikalar tarafından istihdam edildiklerinden, yaşam standartları artık sendikaların işverenlere karşı verdikleri mücadelenin sonucuna bağlı değildir. Kendilerini tabanda çalışma zorunluluğundan kurtarmışlardır, böylelikle çalışma koşulları artık emek süreci üzerinde verilen gündelik sert mücadele ile belirlenmez olur.

Bu görevlilerin maaşlarını ödeyen, kariyer yolu açan ve tüm yaşam biçimlerini belirleyen sendika örgütlenmesidir. Bundan dolayı, üye kazanmak amacıyla patronları tehditkar bir karşılık vermeye kışkırtacak her türlü tutumdan kaçınmak için birçok sebepleri vardır.

1930’ların sonundan başlayıp savaş sonrasındaki dönemin tamamına bakıldığında, bu kişiler sendikaları, denetimi ellerinden kaçırmayacakları ve işverenleri tehdit etmeyecek uzlaşmacı mücadele yöntemleriyle sınırlamak için ellerinden geleni yaptılar.

Bunun karşılığında, Demokrat Parti çizgisinde seçim çalışmalarına ve Ulusal Çalışma ilişkileri Kurulu’nun çerçevesi içinde kalarak toplu pazarlık yapmaya yöneldiler. En büyük arzuları, hükümeti ve işverenleri üçlü bir korporatist işbirliği içinde kendileriyle yanyana gelmeye ikna etmekti. Onlara göre böyle bir işbirliği, Keynesçi açık bütçe harcamaları ve üretkenlik anlaşmalarıyla ekonomik pastayı büyütecek, böylelikle kâr ve ücretlerin beraber artmasını sağlayıp dağıtım sorununu kalıcı olarak çözecekti.

Fakat aynı zamanda tabandan gelen hareketliliği bozguna uğratmak için de ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Bu zamanla örgütlerinin gücünü ve etkinliğini zaafa uğratmaktan başka hiçbir sonucu olmayan bir stratejiydi.

Bu reformist unsurların paradoksu, politik tutumlarının tümüyle onlara güç kazandıran dinamiklerin kendisini yok etme eğiliminde olmasıysa, savaş sonrasındaki dönemde elde ettikleri başarılar nasıl değerlendirilebilir?

Bugün çok az kişi hatırlıyor olsa da, muhtemelen buna açıklama getirecek olan şey, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişiyle birlikte, silahsızlanma ile askeri harcamalardaki büyük azalışın talebi düşüreceği ve ekonomiyi resesyona hatta bunalıma sürükleyeceği şeklindeki ortak görüştü. Bu koşullar altında, gücünün hızla düştüğünü görmüş olan bir emek hareketine yönelik beklentiler çok karamsardı.

Fakat birçok kişi için beklenmedik bir şekilde, kapitalizm tarihinin en büyük ekonomik genişlemesi yaşandı ve bu durum ABD tipi sosyal demokrasiye, Demokrat Parti yönetimiyle yeni bir soluk kazandırdı.

Tüm gelişmiş kapitalist ekonomilerde olduğu gibi Birleşik Devletler’de de, savaş sonrasındaki büyümenin getirdiği devasa artıklar, işçilerin daha fazla ücret kazanmasına ve kârlarda kesinti yapmadan daha fazla sosyal devlet harcaması yapmaya kapı açtı. İşverenler kendi açılarından, yıkıcı grevler ve toplumsal kargaşa pahasına geliri kendi faydalarına göre yeniden dağıtmak yerine, devam eden üretimin çıkarına olacak şekilde işçilere düzenli kazanç sağlayarak kârı azamiye çıkarmanın daha iyi olduğunu gördüler.

Böylesi koşullarda Demokrat Parti, dünya genelindeki sosyal-demokrat muadilleri gibi, kendisini doğal olarak kâr ve yatırım ihtiyaçlarının koyduğu sınırlar içerisinde emeğin ve toplumsal reformların asıl savunucusu olarak takdim ederek, sonraki çeyrek asır boyunca iktidarını koruyabildi. Cumhuriyetçilerinse, Demokratlarla onların zemininde kalarak rekabet etmekten başka bir şansı yoktu ve bu kaçınılmaz olarak onlara tabi olmaları anlamına geliyordu.

Yine de 1960’lar ve 1970’lerdeki önemli reformları hayata geçiren kanunların, bu dönemdeki büyük toplumsal hareketlerin (özellikle siyahların mücadelesi ve Vietnam savaşına karşı verilen mücadele) tabandan yaptıkları baskı olmadan geçirilemeyeceği unutulmamalıdır.

Eğilim Avrupa’daki sosyal-demokrat partilerden pek de farklı görünmüyor. Açıkça görünüyor ki, Demokrat Parti kapitalist bir parti ve işçi partileri, saflarında sermayenin temsilcileri olmadığında bile benzer sınırlarla karşı karşıya. ABD’li işçi sınıfı, gerçek bir işçi partisi kuramadığı için nasıl bir bedel ödemiştir?

Sanırım bu soruyu yanıtlamanın yolu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda Avrupa’daki, sözgelimi İngiltere’deki gelişmelerle Birleşik Devletler’dekileri kıyaslamaktan geçiyor. Birleşik Krallık’ta, savaşa dönük girişimlerin arkasında muazzam bir kitlesel seferberlik vardı, fakat savaşın sonuna gelindiğinde insanlar tükenmiş haldeydiler; kemer sıkma önlemlerinden bıkmışlar ve yaşam standartlarında önemli artışlar olmasını beklemekteydiler.

Britanya İşçi Partisi bu sayede, sadece işçi sınıfının değil genel olarak tüm yurttaşların arzularını temsil eden bir şekilde, ezici bir seçim galibiyeti aldı. Aynı dönemde ABD’de Demokrat Parti ise seçimlerdeki hâkimiyetini koruyabildi. Peki bu iki ülkede yaşanan sonuçlar arasındaki farklar neler?

Britanya ve Batı Avrupa’daki işçi partileri ile sosyal-demokrat partilerin Demokrat Parti karşısında sahip olduğu avantaj, politik olarak az çok birlik haline gelmiş emek hareketlerini temsil eden bir parti olmanın ötesinde, seçimlerde harekete geçirdikleri enerji ve zaferlerle tüm yurttaşları kuşatan geniş bir kesimin meşru sözcüleri olmalarıydı.

Bundan dolayı, tüm halk adına gerçekte herkesin çıkarına olan toplumsal reformlar için mücadele edecek ve bu temelden hareketle herkes için belirleyici adımlar atacak –sağlık sigortası, emeklilik sistemi, işsizlerin korunması– konumdaydılar. Geçmişten bu yana bu önlemler temel insani ihtiyaçlar olarak ortaya çıkmıştı ve bunun sonucunda ortadan kaldırılmaları çok zor olmuştu.

Benzer reformlar daha kapsamlı bir şekilde ABD’de de benimsenmişti. Fakat bu reformlar, herkesin yararına olan ve vergilerle finanse edilen bir refah devleti kurma niyetindeki ulusal politik partiler tarafından hayata geçirilmemişti. Bu hakları işverenlerden koparan ve işçilere verilecek sosyal yardımlar şeklinde sendika sözleşmelerine koyan işçi sendikaları olmuştu.

Dolayısıyla UAW, Birleşik Elektrik İşçileri, Birleşik Çelik İşçileri ve diğer önemli sendikaların tamamı, kendi üyeleri için “mini refah devletleri” olarak tanımlanabilecek şey için pazarlıklar yaptılar. Bu sosyal yardımlar daha sonra (daha az örgütlenmiş olan) işçi sınıfının geri kalanını kapsayacak şekilde genişletildi, çünkü süregiden üretim ve iş barışı sayesinde elde edilen kazanç işverenlerin maliyetlerini epeyce karşılıyordu.

1970’lerin başına gelindiğinde, sendikal sözleşmelerle elde edilen tüm sosyal devlet hakları, Johnson, Nixon ve Ford yönetimleri tarafından çıkarılan önemli yasama faaliyetleriyle önemli derecede tamamlanmıştı. Nitekim Avrupa’da olduğu gibi sosyal-demokrat partiler veya işçi partileri içinde değil de, Demokrat Parti bünyesinde faaliyet yürüten sendika yetkilileri, dönemin kitlesel hareketi olmadan böyle bir başarıya ulaşamayacak olmasına rağmen, ABD’de de reformun temel aktörleri olmuştu.

Ancak ABD’li işçi sınıfının kendi işçi partisini kuramamış olmasının önemli olumsuz sonuçlara yol açmış olduğu inkar edilemez. Çoğunlukla ve kendiliğinden, çıkarları için hareket eden birden çok sendikanın çabalarıyla inşa edilmiş Amerikan refah devleti, diğer yerlerde birleşik işçi sınıfı partilerinin kurduklarından çok daha kusurlu ve dayanıksızdı.

Dahası başta bunları güvence altına alan tekil sendikalar tarafından korunmak zorunda olduğu için, ABD’de hayata geçirilen reform önlemleri, gelişmiş kapitalist dünyanın geri kalanıyla kıyaslandığında, kriz durumunda kaldırılma riskiyle daha fazla karşı karşıyaydı.

Ama Avrupa’daki merkez sol partiler de yaşam standartlarını ve çalışma koşullarını savunmaktan acizdiler.

Uzun lafın kısası, 1960’ların sonuyla 1970’lerin başından itibaren yaşanan kâr oranlarındaki büyük düşüş, ardından bu düşüşün durdurulamaması, sendikalar ile sosyal-demokrat partilerin mücadele ettiği ücret kazanımlarıyla refah devletinin önkoşullarını yok etti.

Tüm bu örgütlerin merkezinde yer alan sendika yetkilileri ile parlamenter politikacılar, en az Demokrat Parti kadar koşulsuz bir şekilde kapitalist sistemi kabul etmekteydiler. Asıl önceliklerinin şirketlerinin verimliliğini yeniden artırmak zorunda olduğunu, sorgusuz sualsiz kabul etmişlerdi.

Bunun sebebiyse, “şirketlerinin” kazanç oranlarında yeterli bir artış olmadan bu şirketlerin, doğrudan veya dolaylı olarak üyeleri için gereken ücret artışlarını sağlayacak oranda yatırım ve istihdam yapmasının beklenemeyecek olmasıydı.

Bu durumda aynı Demokratlar gibi, gelişmiş kapitalist dünyanın genelindeki sosyal-demokrat partilerin son otuz yıl içerisinde, kârları arttırmak için üyelerinin yüksek tazminat ve sosyal yardım taleplerini bastırmaya girişmesi şaşırtıcı olmaz.

Kârlılığın düşmesi ve sermaye birikiminin yavaşlamasına ilişkin ilk sinyaller, Batı Avrupa’da 1960’larda görülmeye başlandı. Hemen hemen her ülkede, sendika yetkilileri ile bunların ilişkili olduğu sosyal-demokrat partiler veya işçi partileri bu duruma, hükümetin ve şirketlerin yaptığı çeşitli türden kesintileri onaylayarak karşılık verdi. Hedefleri emekçiler pahasına, uluslararası rekabet gücünü ve böylelikle imalat sektörünün verimliliğini arttırmaktı.

Fakat şirketlerin kazancını arttırmak için işçilerin fedakarlık yapması gerektiği fikri, hiçbir muhalefet veya meydan okuma olmadan gerçekleşmiş bir şey değildi. Avrupa’nın genelinde –Almanya’dan Fransa’ya, İtalya’dan Britanya’ya– tabandaki işçiler, sermaye birikimini yeniden canlandırmak amacıyla ödünler vermeyi talep eden parti politikalarına ve sendika bürokrasisine karşı büyük isyanlar gerçekleştirdiler.

Almanya’da, Sosyal Demokratların desteklediği ücret kesintisi politikasını tamamen yerle bir eden bir dizi gayrı-resmi grev yapıldı. Fransa’da Mayıs 68, İtalya’da 1969 Sıcak Ağustos patlak verdi. İngiltere’de ise madencilerin grevi hükümeti düşürdü.

İşçi sınıfının bu direniş dalgası, işverenlerin saldırganlığını ve kârlılığın yeniden canlanmasını yavaşlattı. Fakat 1974-75 yıllarındaki derin bunalım büyük bir geriye dönüş oldu. Özellikle işsizlikteki büyük artış işçilerin enerjisini tüketen ve mücadele gücünü azaltan bir gelişmeydi. Böylelikle, er ya da geç her ülkede resmi sosyal-demokrat parti ve işçi partisi önderlerinin desteğini alan ücret kısıtlamalarına ve kesintilere kapı aralanmış oldu.

Her şey çökmek zorunda mıydı? Bahsettiğiniz çelişkilerden reformist bir çıkış yolu yok muydu? Ya da 1970’lerdeki bir çeşit anti-kapitalist kopuş olmasaydı, bugün hepimizi zor durumda bırakan bu koşulları önlememizin çok zor olacağını söyleyebilir miyiz?

Bana göre bugün şu gerçek açıkça ortadadır: Kapitalist düzenin alaşağı edilmesinin dışında, bugün içinde bulduğumuz koşulları şaşırtıcı olmaktan çıkaran güçlü ekonomik ve politik baskılar vardı.

Bir yanda sermayenin kârlılık sorununa verdiği ekonomik karşılık her şeyi daha da kötüleştirdi. Azalan kâr oranları, kapitalistlerin yatırım yapma ve istihdam yaratma isteğini azalttı. Aynı zamanda devleti ve sermayeyi, üretim maliyetlerini azaltarak kârlılığı yükseltmek amacıyla tazminatları ve sosyal yardımları kesmeye yöneltti. Bunun yarattığı sonuçsa, yatırım mallarına, tüketim mallarına ve devlet hizmetlerine yönelik talebin çok daha yavaş bir şekilde büyümesi oldu. Nitekim bu da kâr oranlarını aşağı çeken baskıları daha da arttırdı.

Sosyal demokratların ve işçi partilerinin yanı sıra Demokrat Partinin verdiği politik tepkiler, benzer şekilde kendi temellerini oyan cinstendi. Bu güçler için, kapitalist mülkiyet ile kârlılığın dokunulmazlığına ilişkin kabul, kemer sıkma politikalarından vazgeçmeyi düşünülemez hale getirmekteydi.

Her şeye rağmen, tüm bunların sonucu olarak toplam talepte devam eden düşüş, şirketlerin kâr oranlarını korumasının ücretler veya sosyal harcamalardaki en ufak artışla bile uzlaşmaz hale gelmesi, hatta bunların tamamıyla kısılmasını gerektirdiği anlamına gelmekteydi.

Finans sektörünün aşırı ve çarpıcı oranlarda yüksek gelir dağılımını mümkün kılan –hemen hemen herkesin ötesinde ve üzerinde yer alan yüzde 1’lik kesime aktarılması– faaliyetleri sebebiyle, finansa yöneliş oldukça yaygın bir nitelik kazandı.

Finans sektörüne erişimi olanlar için, bu kapitalist kârı korumanın ve artırmanın en etkili yolu olarak görünmektedir. Her şey ve herkes için üretimin yerini daha çok alması olmazsa olmaz bir şart haline gelmiştir. Bu finansal büyümenin gittikçe daha riskli hale gelen finansal-ekonomik iflaslar ve nüfusun gittikçe daha büyük bir kesimi için reel gelir azalışlarıyla beraber gitmesi, ekonomiyi sağlıklı bir şekilde tutmanın kaçınılmaz maliyeti olarak görülmektedir.

Demokrat Parti’nin yanı sıra Batı Avrupa’nın sosyal-demokrat partilerinin de kaderlerini finansal sektöre tereddütsüz bir şekilde bağlamaları, yüzeysel olarak bakıldığında çelişkili görünmektedir. Ancak bu durum, kapitalist mülkiyet ilişkilerini sorgulamakta gönülsüz olmalarının ve kapitalist politika oyunlarındaki diğer oyuncular gibi ekonominin ve dolayısıyla işçilerin yaşam standartlarının dinamizmi için kârın öncelikli olduğunu kabul etmelerinin mantıksal sonucudur. Bugün finans sektöründeki yükselişin işçilerin gelirindeki düşüşün ayrılmaz parçası olduğunu söylemek, ikincil bir zarar olarak görülen şeyin kaçınılmazlığını kabul etmekle aynı şeydir.

Yine de hâlâ geçerliliğini koruyan şey, resmi sosyal demokrasi ile işçi önderlerinin finansal sermayeyle ittifak içine girme arzusunun, gelecek dönemde siyaset için önemli çıkarımlar taşıyor olması ve direniş için gerçek olanaklar yaratıyor olmasıdır. Kapitalist kârlılığa verilen destek her zaman, yatırımların artması ve yaşam standartlarının yükselmesi için artığın artması gerektiği fikriyle meşrulaştırılmıştır. Ancak bugün finansal sektörün genişlemesiyle birlikte, kârlar, büyüme ve işçilerin ücretleri arasındaki bağ önemli ölçüde kırılmıştır.

Reformist güçler bundan dolayı, milyonlarca işçinin cebinden çıkan muazzam gelirin bir avuç finansçının kasalarına akmasına nezaret eden yırtıcılara dönüşmüşlerdir. Nüfusun daha geniş kesimleri dikkate alındığında bu durum daha da belirgin hale gelmektedir. Arka plandaki bu koşullar, reformlar için mücadele etmeyi bırakmış geleneksel reformizmden sola yönelik bir kırılmayı görmemize yardımcı olmaktadır.

Bana göre Bernie Sanders’in sürekli bir yerden başka bir yere giderek mitinglerde otuz bin insan toplaması son derece önemlidir. Jeremy Corbyn de keza öyle. Bunlar açıkça söylemek gerekirse gerçek örgütlenmeler için zeminin değiştiğini gösteren çok önemli işaretlerdir.

Nitekim bu örgütlenme olmadığında bile, Corbyn ve Sanders’in taşıdığı asıl önem, destekçilerinin tüm politik yapıları reddetmesinde yatıyor gibi.

2011-12 yıllarında Yunanistan ve İspanya’daki meydanlarda yoğunlaşmış isyanlar, bize sosyal demokrasinin ötesinde bir sola yönelik açık bir kopuşa ve kapitalizme doğrudan demokrasi çerçevesinden meydan okumaya ihtiyaç duyulduğunu çoktan gösterdi. Ancak fabrika komiteleri gibi işçi iktidarının inşa edildiği kurumlar şöyle dursun, 1930’ların ortasında ABD’de gerçekleşen işçi isyanlarının yaptığı türden büyük reformları dışarıdan gerçekleştirecek bir gücü bile hiçbir zaman harekete geçiremediler.

Syriza ve Podemos iktidarı almayı hedeflediler, fakat iktidarı almayı nerdeyse tamamen seçimler ekseninde tanımladılar ve fabrikalardaki, işyerlerindeki, sokaklardaki kitlesel hareketleri yeniden inşa etmek gibi hayati bir görevi yerine getirmekte tamamen başarısız oldular. Sonuç olarak eğilimleri, finansallaşmış ve neoliberalleşmiş bir sosyal demokrasinin yerine geleneksel olanını koymak olmuştur; geleneksel sosyal demokrasi kırk yıla yakın süredir kendisini tamamen kemer sıkma politikalarına teslim etmiş olsa da.

Bugün bir miktar durgunluk ve hareketsizlikle karşı karşıyayız ancak bu yenilginin göstergesi sayılamaz. Benim için açık olan şey, sisteme yönelik yabancılaşma ve muhalefetin hızla büyüyor olmasıdır. Üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken şey, kapitalizme meydan okumak için gerekli olan militanlığı ve politik yeniliği sürdürebilecek yeni hareketlerin nereden yükseleceği ve bunların ne tür örgütler olacağıdır.

 

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler