spot_img
spot_img
Ana SayfaSeçtiklerimizFalan filan: Arundhati Roy ( Çeviri: Çağatay Yavuz)

Falan filan: Arundhati Roy ( Çeviri: Çağatay Yavuz)

Artık “viral oldu” ifadesini içi ürpermeden kim kullanabilir? Hangimiz herhangi bir nesneye, bir kapı koluna mesela, karton bir kutuya ya da bir sebze poşetine, üzerinde çıplak gözle görülemeyen, ne ölü ne de diri olan ve ciğerlerimize vantuzlarıyla yapışmak için can atan zerreciklerin cirit attığını hayal etmeden bakabilir? Bir yapancıyı öpmeyi, otobüse binmeyi ya da çocuğunu okula göndermeyi, gerçek bir korku tüneline dalmadan kim aklından geçirebilir? Yaşamın vazgeçilmezi olan sıradan zevkleri, bu zevklerin olası risklerini tartıp biçmeden eskisi gibi tatmaya devam edebilecek birileri var mı?

Virolog, epidomolojist, istatistik uzmanı ya da bir kahin olmayan kimse kaldı mı? Tam bu dakikalarda hangi bilim adamı ya da doktor gizliden gizliye bir mucize için dua etmiyordur? Hangi rahip/haham/imam bilime boyun eğmedi bu günlerde? Ve bu virüs hızla yayılıp etrafımızı korkunç bir kıyımla kuşatırken bile, kimin yüreği, koca şehirlerin beton binalarına çarpıp yankı bulan kuş sesleriyle, yaya geçitlerinde dans eden tavus kuşlarıyla ve gökyüzünde hüküm süren sessizlikle kıpır kıpır olmuyor?

Bu hafta dünya genelindeki vaka sayısı 1 milyonu aştı, 50 bine yakın insan ise yaşamını yitirdi. Bütün tahminler çok yakında ölü sayısının yüz binler, hatta milyonlarla ifade edileceği yönünde. Virüs şu ana kadar ticaretin ana arterlerinde özgürce gezindi, ara sokaklara daldı ve geride, ülkelerine, şehirlerine, evlerine hapsolmuş milyarlarca insan bıraktı. Ancak sermaye akışının aksine, kar peşinde koşmak nedir bilmeyen ve sayıca artıp yayılmaktan başka derdi olmayan virüs, kazara, bir derece de olsa akışı tersine çevirdi. Göç denetimiyle, biometriyle, dijital takip mekanizmalarıyla ve bilinen tüm veri analiz metotlarıyla alay etti ve bugüne kadar en varlıklı, en güçlü olduğu düşünülen ve aslında kapitalizmin ana motorları sayılabilecek ülkelere en sert darbeyi indirdi. Motorlar kısa bir süreliğine durdu belki, ama yine de, duran motorların aksayan parçalarını incelememize ve bunları tamir etmeyi mi yoksa daha iyi bir motorla yola devam etmeyi mi yeğleyeceğimize karar vermek açısından yeterli bir zaman dilimi bu.

Çinliler küresel salgına karşı verdikleri mücadeleyi “Savaş” kelimesiyle tanımlamaya bayılıyorlar ve bu kelimeyi mecazi anlamıyla değil, gerçek anlamıyla kullanıyorlar. Çünkü kendilerini bunun gerçekten bir savaş olduğuna inandırdılar. Ama eğer bu gerçek bir savaş olsaydı, hangi ülke ABD’den daha hazırlıklı olabilirdi ki? Bu savaşın ön cephesinde kullanılan silahlar maske, eldiven, tanı kiti değil de tabancalar, akıllı füzeler, sığınak delici roketler, denizaltılar, savaş uçakları ve atom bombaları olsaydı, ABD bunların eksikliğini hisseder miydi? Her gece birçoklarımız dünyanın diğer bir ucunda ekranlarımızın başına geçip açıklaması güç bir büyü içinde New York valisinin basın toplantısını izliyor, istatistikleri takip ediyor, Covid-19 hastalarıyla dolup taşan ve maalesef artık bir morg işlevi gören hastanelerde çok az bir maaşla, hayatları pahasına çalıştırılan (kelimenin tam anlamıyla) hemşirelerin hastaların acısını hafifletebilmek için didinirlerken eski yağmurluklardan ya da çöp poşetlerinden maske yapmak zorunda kaldıklarıyla ilgili hikayeler dinliyoruz. Eyalet valileri solunum cihazı tedarik edebilmek için en yüksek fiyatı teklif edenin kazandığı saçma sapan bir savaşın içindeyken, doktorlar, kimin solunum cihazına bağlanacağını kimin ölüme terk edileceğini karar vermek zorunda kaldıkları can yakıcı bir ikilemin içinde buluyorlar kendilerini. Ve bütün bu olup bitene tanıklık eden bizler “Tanrım. İşte Amerika” diye düşünmeden edemiyoruz.

Trajedi çok yakın, gerçek, destansı ve bir halı gibi önümüze serilmiş durumda. Ama hiç de yeni bir trajedi değil. Bu tren enkazı raylarda ilerleyişini zaten yıllardır sürdürüyordu. Parası olmadığı için, hasta önlüğü üzerinde ve kıçı açık bir halde, sessiz sedasız sokak köşelerine atılan insanların görüntülerini kimler hatırlıyor? Evet, Amerika’da hastane kapıları daha az talihli vatandaşlara uzun zamandır kapalıydı. Ne denli hasta olduklarının, ne kadar acı ektiklerinin asla bir önemi olmadı. Ta ki şimdiye kadar – çünkü şimdi, yani virüs çağında tek bir yoksulun sağlıksızlığı varsıl bir kalabalığın sağlığını tehdit eder hale geldi. Buna rağmen, Beyaz Saray yolundaki kampanyasını herkes için eşit, bedava, ve evrensel bir sağlık sistemi savunusu üzerine kuran senatör Bernie Sanders, kendi partisi tarafından bile aykırı bulundu. Peki ya feodalizm ile din sömürüsü cenderesindeki, kast ve kapitalizmin katranına bulanmış ve aşırı sağcı Hindu milliyetçilerinin yönettiği, fakir ama zengin, güzel ülkem Hindistan’da neler yaşandı?

Çin Aralık ayında Wuhan’da baş gösteren salgınla henüz mücadele etmeye başlamışken Hindistan hükümeti, parlamentonun onaylayarak yürürlüğe koyduğu, Müslüman karşıtı, aşağılık bir vatandaşlık yasasına karşı sokaklara dökülen yüz binlerce insanın isyanını bastırmakla meşguldü. İlk Covid-19 vakası, Cumhuriyet Bayramı törenlerine şeref konuğu olarak katılan orman katili, Covid inkarcısı Brezilya devlet başkanı Jair Bolsonaro’nun Delhi’den ayrılışının bir kaç gün sonrasında, 30 Ocak’ta kayıtlara geçti. Ne var ki iktidar partisinin gündemi virüs meselesini araya sıkıştıramayacağı kadar yoğundu. Şubat ayının son haftası hazırlanılması gereken Trump ziyareti vardı. Trump, Gurajat eyaletindeki bir stadyuma ve çevresine zat-ı alileri için toplanacak 1 milyon izleyici sözüyle cezp edilmişti. Haliyle Trump’a verilen bu sözü yerine getirmek epey bir paraya ve zamana mal oldu. Ziyaretin hemen ertesinde Bharatiya Janata partisi üyelerinin, yürüttükleri Hindu milliyetçiliği kampanyasının sertlik dozunu artırmazlarsa kaybetmekle tehdit edildikleri Delhi meclis seçimleri yapıldı. Ki artırdılar da; bunu da hainleri vurma vaatlerine, fiziksel şiddet tehditlerine alçalarak yaptılar. Buna rağmen seçimi kaybettiler.

Sırada hezimetin acısını partiyi aşağılamakla suçladıkları Müslümanları cezalandırarak hafifletmek vardı. Polis güçlerinin görmezden geldiği ve yer yer alenen kayırdığı Hindu “adalet neferleri” ellerinde sopa ve satırlarla Delhi’nin kuzeydoğusundaki işçi sınıfı mahallelerine dalarak Müslüman avlamaya başladılar. Evler, dükkanlar, camiler ve okul binaları yakıldı. Saldırıyı öngören Müslümanlar karşılık verdi. 50’den fazla Müslüman ve Hindu çatışmalarda yaşamını yitirdi. Binlerce Müslüman yerel mezarlıklara kurulan sığınma kamplarına kaçmak zoruna kaldı. Hükümet Covid-19 konulu ilk toplantısını yaptığı ve çoğu Hindistanlının el dezenfektanı denen şeyin varlığından henüz haberdar olmaya başladığı sıralarda, Delhi’nin pislik kokan lağımlarından hala parçalanmış cesetler çıkarılıyordu.
Mart gündemi de epey yoğundu. İlk iki haftası Madhya Pradesh eyaletindeki kongre hükümetini devirip yerine BJP kabinesi geçirmek için harcanmıştı. 11 Mart’ta Dünya Sağlık Örgütü Covid-19’u küresel salgın ilan etti. İki gün sonra, 13 Mart’ta Hindistan Sağlık Bakanı “Corona acil gündem maddemiz değil” açıklaması yaptı. Takvim yaprakları 19 Mart’ı gösterdiğinde Hindistan başbakanı nihayet halka seslenmeye karar verdi. Dersine iyi çalışmamış olmalı ki, salgına esir düşmüş Fransa ve İtalya’nın sınav kağıtlarından kopya çekerek sadece sosyal mesafenin hayati öneminden bahsetti bizlere. Gelgelelim sevgili başbakan, gırtlağına kadar kast düzeninin uygulamalarına batmış bir toplumun “sosyal mesafeyi” anlamlandırmasının zaman alacağını anladığında 22 Mart’ta insanlara bir günlüğüne kendi ohallerini ilan etmelerini ve çok gerekmedikçe evden çıkmamalarını tavsiye etti. Kabinesinin ve “şahsının” bu krizle nasıl başa çıkacaklarına dair hiçbir plan açıklamadı. Onun yerine, halktan balkonları hıncahınç doldurup alkışlamalarını, zil çalmalarını, zilleri yoksa tencere ve tavalarıyla tempo tutmalarını istedi. O ana kadar Hindistan’ın koruyucu elbise ve solunun cihazı ürettiğini ve bunları sağlık çalışanlarına vermek yerine başka ülkelere ihraç ettiğini bilmiyorduk. O gece öğrenmiş olduk.

Narendra Modi’nin alkış isteğinin halkta neşe ve heyecan yaratması şaşırtıcı olmadı. Şölenler düzenlendi, tencere tava şarkıları bestelendi, cemiyet dansları, geçit törenleri yapıldı. Ancak görünürde “sosyal mesafe” denen şeyden eser yoktu. Takip eden günlerde bir sürü adam kutsal inek gübresiyle dolu varillerin içine daldı, fanatik BJP yanlıları inek idrarı içme partileri düzenlediler. Bütün bu cümbüşün gerisinde kalmak istemeyen Müslüman cemaatler ise, virüsün kökünü kurutacak makamın yüce Allah olduğu savunusuyla, iman edenleri camilere akın etmeye davet ettiler.

24 Mart 20.00’da tekrar televizyon ekranlarına çıkan Modi, gece yarısı itibariyle tüm Hindistan’da yaşamın durdurulacağını ilan etti. Bütün işyerleri kapatılacak, özel ve toplu taşıma yasaklanacaktı. Bu kararı başbakan olarak değil, bir aile büyüğümüz olarak aldığının altını çizdi. Zaten, 1,38 milyar nüfuslu bir ulusa sıfır hazırlık ve sadece 4 saatlik mühlet tanıyarak, böylesi radikal bir kararın kaotik sonuçlarıyla uğraşmak zorunda kalacak eyalet yönetimlerine danışmadan bir aile büyüğünden başka bu kararı kim alabilirdi ki? Modi bu tutumuyla vatandaşlarını, pusuya düşürülüp baskına uğratılması gereken, güvenilmez bir düşman olarak gören lider izlenimini yarattı.

Ve sonunda hayat durdu, sokağa çıkma yasağı resmen başladı. Çoğu sağlık çalışanı ve epidomolojist başbakanın bu kararını alkışladı. Belki teoride haklıydılar da. Ancak hiçbiri, dünyanın en geniş kapsamlı ve en sert sokağa çıkma yasağını, hizmet etmesi gereken amacın tam aksi yönde bir amaca hizmet etmesini sağlayan feci plansızlığı destekliyor olamazdı. Şaşalı gösterilere bayılan Modi tarih boyunca sahnelenmiş gösterilerin ağababasına imzasını atmıştı sonunda. Dünya olan biteni dehşet içinde izlerken, Hindistan, utancını gizleyen güzel örtüsünü üzerinden atıp acımasız, yapısal, sosyal ve ekonomik eşitsizliğini ve halkın ıstırabına karşı kayıtsızlığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermişti.

Sokağa çıkma yasağı karanlıkta kalan şeyleri aydınlığa kavuşturan bir deney gibiydi. Dükkanlar, restoranlar, fabrikalar kapandıkça, inşaatlar durdukça, varsıllar ve orta sınıf yüksek güvenlikli sitelerinin, rahat evlerinin korunaklı duvarlarının ardına çekildikçe kasabalarımız, mega kentlerimiz işçi sınıfının göçebe işçilerini – iltihaplı bir sivilceden kurtulmak istercesine – sıkıp akıtmaya başladı. Çokları patronları tarafından işten çıkarıldı, ev sahipleri tarafından sokağa atıldı,  saatler içinde yoksullaştırılmış milyonlar, gençler, yaşlılar, kadınlar, erkekler, çocuklar, hastalar, engelliler aç susuz, toplu taşıma hizmetinden mahrum – başlarını sokabilecekleri bir çatı bulma ümidiyle – köylerine doğru uzun bir yürüyüşe geçtiler. Yüzlerce kilometre uzaklıktaki Badaun’a, Agra’ya, Azamgarh’a, Aligarh’a, Lucknow’a, Gorakhpur’a doğru günlerce yürüdüler. Bazısı yolda yaşamını yitirdi. Potansiyel olarak açlıktan ölme ihtimallerini aza indirgeyebilmek için yürüdüklerinin farkındaydı bu insanlar. Belki virüsü yanlarında götürdüklerini ve ailelerine, ebeveynlerine bulaştıracaklarını da biliyorlardı. Ama yine de yürüdüler. Belki bir parça yakınlık veya aidiyet hissedebilmek, bir korunak, bir lokma yiyecek bulmak ya da gasp edilen özsaygılarını köylerinde yeniden kazanmak için umutla yürüdüler. Yasağı sıkı sıkıya dayatma konusunda emir alan eli sopalı polisler tarafından yol boyunca dövülüp aşağılandılar. Genç erkekler gruplar halinde yere çöktürülüp otoban viyadüklerinden kurbağa sürüleri gibi atlamaya zorlandılar. Bareilly şehrinin sınırında bir yerde yakalanan insanlar hayvan sürüleri gibi bir araya toplatılıp üzerlerine tazyikli kimyasallar sıkıldı. Şehirlerden taşraya akın eden nüfusun virüsü kırsala yaymasından endişe eden merkezi hükümet birkaç gün sonra yürüyüşçülere eyalet sınırlarını geçmeyi de yasakladı. Günlerdir yürümekten ayak tabanları şişmiş insanlar durdurulup en başta terk etmeye zorlandıkları banliyö kamplarına gerisin geri yollandılar. Yaşananlar yaşlılara Pakistan’ın sancılı doğumunu ve 1947’deki büyük mübadele günlerini hatırlatıyordu. Ancak bu seferki dini ayrışmanın değil de, sınıfsal ayrışmanın körüklediği bir göçtü. Ama yine de, bu insanlar Hindistan’ın en fakir insanları sayılmazlardı. Birkaç gün öncesine kadar kentlerde çalıştıkları işler, en kötü ihtimalle dönebilecekleri köyler veya konaklayabilecekleri kamplar vardı. İşsizler, evsizler ve ümitsizler, yani bu trajedinin çok öncesinden beri buhranın ablukaya aldığı taşrada olduğu kadar şehirlerde de sefalet çeken milyonlar hala oldukları yerdeydiler. Ve bütün bu korkunçluklar yaşanırken İçişleri Bakanının yüzünü tek bir kişi bile görmedi.

Delhi’den kitlesel yürüyüş başladığında, ara ara yazdığım bir derginin basın kartını kullanarak aracımı Delhi ile Uttar Pradesh sınırındaki Ghazipur’a sürdüm. Ghazipur’a vardığımda İncil’de tasvir edilen ürkütücü manzaralardan biriyle karşılaştım. Hayır, hayır, İncil’in böyle bir şeyi tasvir edebilmesine imkan yoktu. Bu kadar büyük sayıların varlığından haberdar olamazlardı o çağlarda. Fiziksel mesafeyi zorunlu kılması için ilan edilen olağan üstü hal ve sokağa çıkma yasakları hayal edilemez boyutta bir fiziksel sıkışma meydana getirmişti. Hindistan’ın kasabalarında da şehirlerinde de durum aynıydı. Ana caddeler boş olsa da, yoksullar sıkışık gecekondu mahallelerine hapsedilmişti. Sohbet etme fırsatı yakaladığım her yürüyüşçü virüs konusunda endişeliydi. Ancak virüs tehlikesinin hayatlarındaki hissedilirliği işsizlik, açlık ve polis şiddetinin hissedilirliğinden görece azdı. Haftalar önce Müslüman karşıtı saldırılardan kurtulmuş bir grup Müslüman terzi de dahil konuştuğum insanlar arasında en çok yaşlı bir adamın anlattıkları beni yaraladı: Nepal sınırındaki Gorakhpur’a kadar yürümeyi göze alan Ramjeet adında bir marangoz. “Başbakan Modi bu kararı almadan önce belki kimse ona bizden bahsetmedi. Belki bizim varlığımızdan haberi bile yok” dedi Ramjeet. Bu arada “biz” aşağı yukarı 460 milyon insan anlamına geliyor. Yazıyla dört yüz altmış milyon insan!

Hindistan’daki eyalet yönetimleri (Amerika’da olduğu gibi) bu krizi anlayıp yönetmek adına yüreklerini daha fazla ortaya koyan taraf oldu. Sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve sıradan vatandaşlar acil yardım paketleri ve yiyecek dağıtıyorlar. Merkezi hükümet çaresizce yapılan ek bütçe müracaatlarına ve fon taleplerine yanıt vermekte geç kaldı. Başbakanın ulusal yardım fonunda nakit kalmamış gibi görünüyor. Öyle ki, yeni ve gizemli bakım fonuna iyi dilekli ve paralı vatandaşlar para akıtmaya başladı. Hemen ardından üzerinde başbakan Modi’nin resimleri bulunan yardım paketleri çıktı ortaya. Buna ek olarak, başbakan hemen kendini karantinaya alabilen insanların stresini azaltmak için rüya gibi bir bedenin baş kısmına kendi yüzünü montajladığı meditasyon videoları paylaştı. Narsizm çok can sıkıcı. Modi’nin paylaştığı animasyonlardan biri Fransa Cumhurbaşkanından Rafale savaş uçaklarının alımı için imzaladığımız 7,8 milyar euroluk anlaşmayı iptal etmemize izin vermesini rica eden bir video olsaydı, hiç fena olmazdı, ki böylece birkaç milyon aç insanı doyurup çok ihtiyaç duyulan acil yardım ekipmanlarını alabilirdik. Fransızlar bunu anlayışla karşılarlardı sanırım. Ya da karşılamazlardı!

Ohal ikinci haftasına girerken tedarik zincirleri koptu, ilaç ve temel malzemeler gittikçe azalıyor. Otoyol kenarlarına park etmiş binlerce kamyon şoförü aç ve susuz bir halde kaderlerini bekliyor. Hasada hazır mahsuller çürümeye terk edilmiş. Ekonomik kriz kapıda. Politik kriz ise tam gaz devam ediyor. Ana akım medya Covid hikayesini Müslüman karşıtı bir propagandaya dönüştürmüş, ekranlardan insanların zihnine 7/24 bu zehri boca ediyor. Ohal ilan edilmeden önce Delhi’de toplantı yapan Tablighi Jamaat adında bir grubu süper virüs yayıcı ilan ettiler. Bütün bu propaganda, bütün bu temelsiz saçmalık Müslümanları damgalayıp şeytanlaştırmak için kullanılıyor. Müslümanların virüsü bir çeşit cihat silahı olarak icat edip kasten yaydıkları yönünde genel kanı oluşmaya başladı. Covid krizinin bir devamı var mı yok mu bilmiyorum, emin olduğum bir şey var, o da bu krizin bir devamı olacaksa hüküm süren dinsel ayrımcılığın, kast ve sınıf bilincinin yerli yerinde olduğu bir ortamda ele alınacağı.
_____________________________________________

Bugün 2 Nisan, Hindistan’da neredeyse 2 bin teyitli vaka ve 58 can kaybı var. Acınacak derecede az yapılan test sonuçlarına dayandırılan bu sayıların pek güvenilirliği yok. Uzman görüşleri çok farklılık gösteriyor. Bazısı milyonlarca vaka öngörürken bazısı çok daha hafif bir bilançoyla atlatılacağını düşünüyor. Salgın en sert darbesini indirdiği anda dahi gerçek yayılma eğrisinin ne yönde seyir ettiğini hiçbir zaman öğrenemeyebiliriz. Tek bildiğimiz, hastanelere akının henüz başlamadığı. Halihazırda her yıl ishal, yetersiz beslenme ve akla gelebilecek her türlü hastalıktan ölen 1 milyon çocuk ve tüberkülozdan ölen yüz binlerce hastanın yanında, anemi ve kötü beslenme yüzünden mahşeri bir nüfusun – en ufak bir rahatsızlığın ölümle sonuçlanacak kadar – zayıf düştüğü gerçeğiyle baş edemeyen devlet hastanelerinin ve sağlık ocaklarının, salgının Avrupa ve Amerika’daki ölçeğe ulaştığında ortaya çıkacak yığılmayla baş edebilmelerinin imkanı yok.
Bütün hastaneler dikkatini virüslü hastalara çevirmişken, sağlık sistemi nerdeyse durma noktasına geldi bile. Hindistan Tıbbi Bilimler Enstitüsü’nün Delhi’de bulunan efsanevi travma merkezi kapandı. Yol kenarlarında yatıp kalkan ve kanser sığınmacıları olarak bilinen yüzlerce kanser hastası kovuldu. İnsanlar artık evlerinde hastalanıp ölecekler. Hikayelerinden hiçbir zaman haberdar olmayacağız. Birer istatistik olarak dahi kayda geçirilmeyecekler belki de. Virüsün soğuk havayı sevdiğine dair yapılan tahminlerin doğru olduğunu ummaktan başka elimden bir şey gelmiyor. (Ki bazı uzmanlar bu iddialara da şüpheyle yaklaşıyor) İnsanlar tarih boyunca cezalandırıcı kavuruculuğu olan bir Hindistan yazının bu denli özlemini duymamıştı sanırım.

Bize neler oluyor böyle? Bu bir virüs, evet. Genel olarak ahlaki bir özeti yok. Ancak bu kesinlikle bir virüsten çok daha fazlası. Kimileri aklımızı başımıza toplamamız için Tanrının bir cezalandırma yöntemi olduğu, kimileri Çin’in dünyayı ele geçirmek için uygulamaya soktuğu bir komplo olduğu iddiasında.  Kaynağı her ne olursa olsun, kudretlilere diz çöktürdüğü ve başka hiçbir şeyin yapamayacağı oranda bilinen dünyayı durma noktasına getirdiği inkar edilemez. “Normal”in özlemiyle kıvranan zihinlerimiz bir kırılma yaşandığı gerçeğini yadsıyarak geçmişle gelecek arasındaki söküğü dikmeye çabalıyor. Ancak bir kırılma var ve gerçek. Ve bu korkunç çaresizliğin ortasında kendi ellerimizle yarattığımız kıyamet makinesini tekrar gözden geçirmemiz için bize bir fırsat tanıyor. Normale dönmekten daha kötü bir şey olmaz.

Tarihsel olarak küresel salgınlar insanları, geçmişle olan bağlarını koparıp yepyeni bir dünya hayal etmeye zorladı. Bu seferki de pek farklı değil. Bu dünya ile bir sonraki arasında bir kapı açtı. Ve bu kapıdan nasıl geçeceğimize karar vermenin vakti yaklaşıyor. Ya peşimizden eski dünyanın dumanlı gökyüzünü, zehirli nehirlerini, ölü fikirlerini, veri bankalarını, doymazlığımızı, önyargılarımızın ve nefretlerimizin kokuşmuş cesetlerini sürükleyerek geçeriz ya da boş bir bavulla ve uğruna savaşmakta tereddüt etmeyeceğimiz, tertemiz bir dünya düşlemeye hazır olarak.

Yazar: Arundhati Roy

Çeviri: Çağatay Yavuz

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler