spot_img
spot_img
Ana SayfaGüncelDr. Cenk Yiğiter: "Saray'ın İbiş'i Olmayacağız!"

Dr. Cenk Yiğiter: “Saray’ın İbiş’i Olmayacağız!”

6 Ocak’ta yayınlanan 679 sayılı KHK ile Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden ihraç edilen  Dr. Cenk Yiğiter ile yaşanan süreç hakkında sohbet ettik. Yiğiter bu üniversite sınavında tekrardan Cebeci’ye bu sefer öğrenci olarak dönmeye hak kazandı. 2013 yılından beri üniversite ile mücadele içinde olduğunu belirten Yiğiter sözlerini şöyle bitirdi: “Saray’ın İbiş’i olmadığımız için bedel ödedik ve bundan sonra da Saray’ın İbiş’i olmamaya devam edeceğiz.”

 

Öncelikle üniversite sınavındaki başarınızdan ötürü tebrik ediyorum. Tekrar üniversiteye girmekteki asıl amacınız nedir? Bunu bir “direniş” olarak tanımlar mısınız?

Yani şöyle söyleyeyim bunu bir direniş olarak tanımlayarak direnişin anlamını küçültmek istemem. Bu bir “protesto” olarak tanımlanabilir. İşin aslı ben zaten başka bir bölümde öğrenciydim. Hacettepe Üniversitesi Tıbbi Laboratuvar bölümünde öğrenciyim. Açıkçası 2013 Haziran’ından beri böyle bir sürecin geleceğini öngörüyordum. Akademide tasfiyeye yönelecek bir otoriteryenizm ya da faşizm diyebiliriz böyle bir süreci bekliyordum. Bir meslek arayışı içindeydim zaten. Kısa dönem içinde evrensel geçerliliği olan bir meslek arıyordum. O yüzden öğrenciydim. Geçen sene sınava girdiğim için sınav süreçlerini de biliyorum. Bu sene tekrar sınava gireyim ve Cebeci’de bir bölüm kazanayım diye düşündüm. Çünkü ihraçtan sonra kampüse alınmamız yasaklandı. Hukuk Fakültesi’nde Berkin Elvan Kütüphanesi’nin kuruluşu için davet edildik biz ihraç edilen 3 arkadaş olarak, o gün kampüse güvenlik bizi almadı. Ben de bir öğrenci kimliğim olsun ve 20 yıldır yaşadığım kendi kampüsüme istediğim gibi girip çıkabileyim diye bunu yaptım açıkçası.

Barış bildirisine ne için imza attınız? Bu bildiri sizin için ne ifade ediyor? İmzalarken sonuçlarının buraya geleceğini tahmin ediyor muydunuz?

Açıkçası bu bildiriye imza attığım zaman böyle bir sonucu olacağını öngörüyordum. İşin kesin buraya varacağını bilmiyordum tabi ama öngörüm vardı. Ben evliyim ve bir çocuğum var. Bu tip kararlar verirken eşim ile birlikte karar veriyoruz. Sonuçta benim bu şekilde işimi kaybetmem, ailemin gelirinden yoksun olmasına kadar varacak bir süreç. Eşim ile beraber düşündük ve ben bildiriye imza attım. Geldiğimiz noktada biz bir bedel ödedik fakat bizim bu ödediğimiz bedel o bildiriye konu olan yaşanan acıların karşısında hiçbir şey değil. Nusaybin’de, Sur’da, Cizre’de insanların yaşadığı acılar hala devam ediyor, o süreçte insanlar evlerinden oldular, bir sürü kayıp verdiler. Bunların karşısında bizim ödediğimiz bedel çok küçük bir bedel. Bu yüzden hiç pişman değilim. Hatta şunu da belirteyim bize yönelik bir cadı avına dönüşmeseydi bu süreç bu kadar ses getirmeyecekti. Bizim bedel ödememiz açıkçası iyi oldu. Tüm dünya kamuoyunun dikkatini buraya çekti. Erdoğan’a da teşekkür etmek lazım aslında. Barış bildirisini bu şekilde diline dolamasaydı yalnızca birkaç muhalif basın organında yer alacak bir bildiri olacaktı belki de. Şundan da bahsetmek istiyorum. 15 Temmuz’un da yıl dönümü malum yarın. 15 Temmuz gecesi ben bir tweet atmıştım. Darbe girişimi sürüyordu. O tweet ile ben barış bildirgesine de gönderme yaptım. “Halka karşı silah kullanmak insanlık suçudur” dedim. Bu söylediğimin barış bildirisinden hiçbir farkı yok. 15 Temmuz’da 249 insanın katledildiği süreçte aynı şeyi söyledim. O zaman bize “Siz devlet katliam yaptı diyorsunuz, vatan hainisiniz” denildi. Fakat 15 Temmuz gecesi bu devletin silahları ile 249 insan katledildi. Açıkçası hiçbir farkı yok. Keza bu Kürt coğrafyasındaki operasyonları yürüten komutanlarında 3’de 1’i şu anda tutuklu. O darbe sürecinin içinde yer almaktan ötürü tutuklu. Burada da bir süreklilik var. Bizim barış bildirimizin karşılığı olsaydı o insanlar 15 Temmuz’da ölmeyebilirdi.

Bizim bildirimize konu olan operasyonlar sürerken bir duvar yazısı vardı. “Kurdun dişine kan bir kere değdi” diyordu o yazılardan bir tanesinde. Olan da bu. Kurdun dişine kan bir kere değdi ve 15 Temmuz’da gelip insanların canını aldı. Bu iki süreç arasında doğrudan bir süreklilik ve neden sonuç ilişkisi var.

 

KHK ile ihraç edilen binlerce insan var. Siz ihraç edilenlerden birisi olarak ortak bir mücadele zemini yaratılması hakkında ne düşünüyorsunuz? İhraç edilen akademisyenlerin ortaya koydukları tepkiyi yeterli buluyor musunuz?

Bizim sendikamız bu işin maddi dayanışma boyutunu büyük oranda sağladı. Biz geçen aya kadar 1700 TL aldık dayanışma fonundan ancak geçen aydan sonra, ihraçların artması ile sendikanın maddi koşuları oldukça zor duruma geldi. Bize ödenilen para 1200 TL’ye düştü. Bu ücret ile yaşamak çok mümkün değil. Ancak bu bizim diğer kamu emekçilerine göre dayanışma anlamında avantajlı olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Biz akademisyenlerin arasında meslektaşlıktan kaynaklı daha yoğun bir iletişim var. Ancak ben akademisyenler olarak da iyi bir direniş sergilediğimizi düşünmüyorum. Sadece mesleğimiz gereği eli kalem tutan ve kamuoyuna seslenebilme imkânı fazla olan bir yerdeyiz. Röportajlara muhatap olabiliyoruz fakat bu gerçek anlamda bir direnişe dönüşebilmiş değil.  Burada şundan da rahatsızım kimi zaman mesele akademisyenler ihraç edildi olarak indirgeniyor. Hayır, birçok kamu emekçisi ihraç edildi bizde onlardan bir kısmıyız. Bize yapılan haksızlık ile başka bir kamu emekçisine yapılan haksızlık arasında hiçbir fark yok. Akademinin özel bir ilgi çekmesinin şöyle bir sebebi var. Dünya ve Türkiye tarihine bakınca olağanüstü dönemlerde ilk tasfiye edilen yerler akademidir. Bu anlamıyla akademiye direk girmeleri bir gösterge aslında. 12 Eylül’ün muhtemelen 15-20 katı kadar akademisyen şu an tasfiye edilmiş durumda.

Bu sürecin ortaklaşa bir mücadeleye dönüşememesinin pek çok sebebi var. Bunlardan bir tanesi hep olduğu gibi hazırlıksız yakalanmamız. Bu konuda ben kendi sendikamı da eleştiriyorum. Oldukça iyi bir sınav verdiler fakat sendikanın tüzüğünde 1995’den bir dayanışma fonu oluşturulmasına ilişkin yüküm var. Her üye gelirinin %’5’ini her ay dayanışma fonuna aktarmak zorunda bu yükümlülüğe göre. Fakat şimdiye kadar bu fona herhangi bir para ayrılmamıştı. 95’den beri bu fonda herhangi bir aktarım olsaydı bu süreci çok daha rahat atlatırdık. Hatta KESK’e bağlı olmayan diğer arkadaşlarımız ile dahi yardımlaşabilirdik.

İkinci olarak ise mücadele pratikleri olarak çok hamlamış durumdayız. Olağanüstü dönemlere dair pratik geliştirmeyi bırakın olağan dönemde dahi bir şey yapamıyoruz. Türkiye’nin devrimci sendikalarında bile durum bu. Bunun yanında OHAL’e yönelik şöyle bir hataya düştük. Eylül’de bizim arkadaşlarımız atıldı. Hükümet bu süreci çok iyi yürüttü. Muhalefetin milletvekilleriyle ve bizim konfederasyonumuz ile kurulan diyaloglarda hep şu izlenim verildi, OHAL çok karışık bir zaman hatalar yapılıyor ve bu hatalar giderilecek. Biz de bunun üzerine şöyle düşündük bu atılan 6 arkadaşımız için sokaklara meydanlara inersek diyaloglara zarar veririz, süreci zora sokarız. Ancak tam tersi oldu. Arkadaşlarımız dönmediği gibi ihraçlar ardı ardına geldi. Bazı yerlerde dönenlerde oldu. İhraç edilenlerden değil de Diyarbakır’da Tunceli’de açığa alınan çok fazla Eğitim Sen’li vardı. Onlar göreve iade edildi. O iadeler insanlarda bu sürecin sol sosyalist cenah ile alakalı olmadığına dair bir izlenim oluşturdu.

Nuriye ve Semih’in durumu var bir de. İş kitlesel bir mücadeleye dönüşemeyince, sendikalar ve konfederasyonlar bunu sağlayamayınca, yani yalnızca yönetimleri değil tüm üyelerden bahsediyorum o yapıyı oluşturan, böyle bir şey oluşturulamayınca böyle arkadaşlarımız bu süreci tek başlarına üstlenmek zorunda kaldı. Yine İstanbul’da Betül Celep’in direnişi gibi, bireysel direnişlere dönüştü durum. Böyle olunca da bu arkadaşların üzerine çok yük bindi. Bu da arkadaşlarımıza bir haksızlık açıkçası. Şu an Nuriye ve Semih’in eylemi çok fazla ses getiriyor ancak arkadaşlarımızın sağlık durumlarında bugün açlık grevlerine son verseler dahi geri dönülemeyecek bir takım tahribatlar kaldı. Herhalde bu süreç daha uzun sürecek. Resmi anlamda OHAL kaldırılsa bile fiili OHAL devam ettirilecek. Erdoğan’da açıkça söyledi OHAL’in asıl amacının grevleri yasaklamak olduğunu. OHAL şu an her zaman olduğu gibi işçi sınıfını baskılamak için kullanılan bir araç olarak ilan edilmiş durumda. Türkiye kapitalizmle ciddi bir kriz ile karşı karşıya ve bu durumda emek zapt-u rapt altına alınmak isteniyor. Bu da böyle devam edecek. Bizim de artık belirli hazırlıklar içine girmemiz gerekiyor.

İhraçlardan sonra üniversite için ne söyleyebilirsiniz? Özellikle KHK’lar ile gönderilen muhalif hocalardan sonra öğrenciler bir bocalama dönemi içine girdi. Öğrenciler için tavsiyeleriniz nelerdir?

Açıkçası ben öğrenci olma halinden çıkalı uzun zaman oldu. Dışarıdan yapacağım önerilerin anlamsız olacağını düşünüyorum. İhraç edilen insanların gündelik hayatları hiç kolay değil. Bu insanlara bazen acımasızca eleştiriler yapılıyor. Birçok kısıtlamaya maruz kalıyoruz biz bu süreçte. Bunlara rağmen biz sokak akademileri ve diğer akademiler ile öğrencilerimiz ile bir arada olmaya çalışıyoruz. Ankara Dayanışma Akademisi bir dönem ders yaptı misal, İstanbul Dayanışma Akademisi de kuruluyor.  Öğrenci hareketi anlamında bir şey söylemek istemiyorum ama şunu söyleyeyim. Bu tahribat öğrencilerde üniversiteye dair olan motivasyonu yok edebiliyor, bir umutsuzluğa yol açabiliyor. Bence bu tahribatın kendisinden çok daha tehlikeli. Bu böyle olmamalı. Beni uğurlayan öğrenci arkadaşlarıma da bunları söylemiştim. Şu an burası bir üniversite değil. Biz ihraç edilmeden önce de üniversite değildi. Biz ihraç edildik o üniversite olma halinden daha da uzaklaştı. Ancak bu öğrencilerin üniversiteli olma çabasını boşa çıkarmamalıdır. Çünkü üniversiteliler buna çabaladıkça buralar ileride gerçek üniversitelere dönüşebilecek. Ben her zaman öğrencilerin bunu bir gelecek projeksiyonu ile görmesini isterim. Üniversitede kalarak, direnerek bugüne ilişkin bir şey yapmıyoruz, geleceğin üniversitelerini inşa ediyoruz aslında diye düşünmeliler. Bu durum akademik anlamda da demokratik üniversite mücadeleleri anlamında da öğrencilere büyük bir sorumluluk yüklüyor. Böyle dönemler tarihte çok yaşandı, bocalanması ve umutsuzluğa kapılınması oldukça normal. Ancak emek güçleri ve demokrasi güçleri bunun ile mücadele edebilmeyi her zaman başardı. Bu perspektifi kaybetmemek gerekiyor. 1 sene, 2 sene veya 10 sene toplumsal mücadeleler tarihinde uzun zamanlar değiller. Biz bu süreçleri direnerek mücadele ederek aşmak zorundayız, hayat sonsuza dek bu şekilde sürecek değil elbette.

Röportaj: Gizem Balcı

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler