spot_img
spot_img
Ana SayfaManşetAnadolu’daki küresel fabrikayı birlikte örgütleyelim

Anadolu’daki küresel fabrikayı birlikte örgütleyelim

İşçileri ve emekçileri her gün daha da yoksullaştıran sermaye düzenine karşı bağımsız, militan, meşru ve kitlesel bir sınıf odağını yaratmak üzere, 28 Kasım 2021’de “Gücünü kat, hareketini yarat!” başlığıyla gerçekleştirilen Umut-Sen konferansında Emel Karadeniz’in yaptığı “Anadolu’daki Küresel Fabrikayı Örgütlemek” başlıklı sunumu kamuoyuyla paylaşıyoruz. En ağır, en zorlu yola talip olmayı öneriyoruz: Yeni işçi hareketi eskimiş, çürümüş olan ne varsa geride bırakarak, ayak bağlarından kurtularak, özgücüyle kurduğu bağımsız sendikalar, komiteler, meclisler aracılığıyla mücadeleyi yükseltmelidir. Bizimle birlikte, sınıfsal, sendikal, siyasal bir odağı yurt genelinde aşkla, emekle, bedelle, ömürle inşa etmeye aday herkesi yanımızda sınıf kavgasına bekliyoruz. Birleşen işçiler yenilmezler!

“Anadolu’da küresel fabrika” derken bir metafordan bahsetmiyoruz, küresel üretimdeki birbiriyle bağlantılı süreçleri ve ilişkileri kastediyoruz. Bunlar, üretim akışını düzenleyen ve çatışmalı toplumsal ilişkileri disipline eden süreçler ve ilişkiler. Dolayısıyla küresel fabrika sınıflararası bir güç ilişkileri alanıdır. Çokuluslu sermayenin yüksek kârlılık için kaçındığı riskleri Türkiye gibi ülkelerdeki taşeron firmalar üstlenir. Çünkü esnek işgücü istihdamının kurumsallaşması, üretimin kuralsızlaşması, özelleştirmeler ve düşük emek maliyetleri gibi uygulamalar ancak böyle ülkelerde uygulanabilir. Bu uygulamalar aynı zamanda sermayenin kârlılık stratejisinin köşe taşıdır. Uluslararası sermaye, taşeronluk ağı sayesinde emeğin yeniden üretimiyle ilgilenmeden emek sömürüsünü sürdürür. Bu konuyu somut hâle getirmek için Birleşik Metal İş’in eski genel başkanı Kâmil Kınkır’ın aktardığı bir anekdotu hatırlayabiliriz. Başkanın General Motors’un genel müdürüyle yaptığı bir toplu pazarlık görüşmesinde sendikanın taleplerine öfkelenen müdür şunu der: “Bir transatlantik alıp onu fabrikaya dönüştüreceğim ve üretimi o dev geminin üzerinde yapacağım: ücretler hangi limanda düşükse gidip o limana demir atacağım.” Görüldüğü üzere sermayenin rant hırsının ve açgözlülüğünün sınırı yok. 

Bugün tekstil, lojistik gibi küresel sektörlerdeki patronların bu “yüzer ada” hayali gerçeğe dönüştü. Nerede en ucuz emek varsa üretimi oraya kaydırarak servetlerine servet katıyorlar. Bangladeş, Filipinler, Türkiye gibi ülkelerde köle gibi çalıştırılan tekstil işçilerine saatlik 1-2 dolar verip işçilerin ürettikleri kıyafetleri Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde 100-150 dolara satıyorlar. Umut-Sen’in kuruluşundan bu yana stratejik bir alan olarak gördüğümüz, pandemi boyunca önemi daha çok ortaya çıkan depolama ve lojistik sektörü küresel üretim zincirinde volan kayışı işlevini görür. Bu nedenle depo işçilerinin bağımsız sendikası DGD-SEN’in, Migros patronu ve TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan’a meydan okumasının mücadele açısından başka anlamları var.

Bilindiği gibi, 1980’lerden beri Batı eksenli akademik tartışmalarda, tarihin sonu ve proletaryanın ortadan kalktığına ilişkin safsatalar var. Üretimde imalat sektörünün yerini finans, hizmet, bilişim gibi sektörlerin aldığını iddia eden yaklaşımlar yaygın. Türkiye’de de tartışmalar büyük oranda Batı’dan etkilenerek benzer şekilde yürütüldü. Ancak gerçek başka türlü cereyan etti. Evet, imalat sanayi Batıda ortadan kalkıyor olabilirdi ama yok olmuyordu. Bilakis Küresel Güney’e taşınıyordu. Emeğin ucuz örgütlenmenin zor olduğu, otoriter siyasi rejimlerin kök saldığı bölgelere transfer ediliyordu. Sanayinin merkezi artık Güney Kore, Çin, Hindistan, Güney Afrika gibi ülkelere kayıyordu. Fakat bu sanayi merkezlerinde faaliyet gösteren firmalar, Kuzey’deki çokuluslu şirketlerin taşeronları olarak çalışıyordu. Dolayısıyla kapitalizmin Batı merkezli işleyişinde bir değişiklik görülmediğini bir kez daha vurgulamak gerekiyor. Ancak işçi hareketliliğinin bu bölgelere kaymasıyla işçi militanlığında da sıçramalar yaşanıyor. 

Güney Afrika’nın bağımsız metal işçileri sendikası NUMSA, bu bağlamda önemli bir örnek teşkil ediyor. Siyasi iktidarla bağlantısı ve işçi hareketini sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kontrol eden COSATU konfederasyonunu eleştirdiği için konfederasyondan ihraç edildi, kuruluşundaki taban örgütlenmesine dayalı anlayışını sürdürerek gerçek bir işçi sendikacılığı pratiğini sürdürüyor. Kasım ayında binlerce metal işçisi “ırkçılığı ve her türlü baskıyı reddediyoruz” diyerek NUMSA öncülüğünde meydanlardaydı. Güney’e, NUMSA gibi pratiklere bakmak, buralardaki deneyimlerinden öğrenmek ve her yerde bu deneyimlerin çoğalmasını sağlamak mücadelemiz için yol gösterici olacak.

Öte yandan Türkiye imalat sanayi bakımından Hindistan ya da Çin değil, ama endüstri ilişkileri bakımından hiç olmadığı kadar Küresel Güney ülkelerine benzeyen bir ülke. Hem yoğun bir proleterleşme dalgası var hem de çokuluslu şirketlerin taşeronu gibi hareket eden siyasetle bağlantılı firmaların olduğu ihracat ekonomisine dayalı bir ülkeyiz. Siyasetle bağlantılı firmalar emek ücretlerini düşürme ve emekçiler arasında siyasi iktidar doğrultusunda rıza devşirme konusunda önemli işlevlere sahipler. Şirketler, vahşet koşullarında işçi çalıştırmalarının önündeki pürüzleri yok etmeye yarayan, yeni işçi hareketinin önünde büyük engel teşkil eden ve her zaman iktidara desteğini sunmakla mükellef sendikalar sayesinde bu aşamaya gelebildiler. Bu sendikalar yalnızca adı “sendika” olan ama esasen sermaye devleti adına işçi hareketini kontrol etmekle görevli olan yapılardan ibaret. Yani şirketlerin doğal bir uzantısı olarak insan kaynakları ve muhasebe departmanları gibi çalışan, işverenin çıkarlarını esas alan, sermayenin ulusal politikalarıyla barışık, şoven, işkolu düzeyinde işverenin işyeri denetimi ve işleyişi şemasına entegre olmuş kuruluşlar. 

Bugün Türkiye’de 15 milyondan fazla işçi bulunuyor. Sendikalı olan 2 buçuk milyon işçinin büyük bir kısmı adı sendika olan ama esasen şirket departmanı olan yapılarda üyeliği bulunuyor. 730 bin üyesiyle Hak-İş bu anlayışın merkezidir (Bu üyelikler de işçilerin e-devlet şifrelerinin alınmasıyla zorla yapılan üyeliklerdir). Aralarında az sayıdaki mücadeleci sendikayı hariç tutarak, sarı gangster sendika Türk Metal çizgisinde cisimleşen Türk-İş konfederasyonu da kuruluşundan beri aynı amaca hizmet etmektedir. DİSK ise sahip olduğu mücadeleci tarihe ve ilkelere ihanet eden, Genel İş gibi bürokratik, Tekstil İş ve Lastik İş gibi sarı sendikaların egemen olduğu anlayışla hareket ediyor. Para babaları ve işbirlikçi sarı sendikalarla her yerde kavga eden Nakliyat-İş gibi sendikalar ise DİSK yönetimi ambargosuna karşı mücadele ediyor.

Memleketin devrimci-demokrat güçleri olarak anılan kimi solcu örgütler de DİSK içerisindeki konumlanışları, örgütlerinin ekonomik bağlılıkları, fikri ve politik kaygan zeminleri yüzünden ne açıktan DİSK’i eleştirebilir ne de pragmatist ilişkilerini koparabilirler. Sadece DİSK de değil, Hak-İş’in, Türk-İş’in sendikalarında güya muhalefet örgütleme iddiasıyla çalışarak ama işçilerin hak arama mücadelesinin soğurulmasına, düzen, devlet, sermaye ve patron karşısında güçsüzleştirilmesine neden olurlar. Bu muhalif gruplar, misyonları nedeniyle, örneğin Tezkoop’un işten attırdığı CarrefourSa depo işçisi Murat Polat’ın direnişini ziyaret etmez, haberini yapmaz, Tezkoop’u eleştiren tek cümle kuramaz. Ya da CHP’li Şişli Belediyesi’nden atılarak sendikası Genel-İş’e rağmen iki yıldır tek başlarına direnen Kent Yol işçilerini görmez, duymaz, utanmazca miting alanına sokmazlar. Çünkü ne düzen muhalefeti CHP’yi ne de DİSK’in kasası Genel İş’i karşılarına almak isterler. Bu sağ-sol düzen içi siyasi patronaj tüm sendikal zeminleri ele geçirmiş durumda. Sendikalarda temsilcileri atamak, delege seçimlerini masada belirlemek, işçilerin iradelerini gasp etmek, yüksek ücret almak, patronlarla gayri ahlaki ilişkiler içinde olmak olağan sendikal işleyişe dönüşmüştür. 

Bir de işçi sınıfının hakikatinden uzaklaşmış, ekonomik ve kültürel olarak sınıf atlama telaşına düşmüş, bu nedenle işçi yaşamını, kültürünü ve siyasal bilincini aşağı gören, onu dışlayan hatta işçinin yoksulluğuna öfke duyan yozlaşmış bir muhaliflik türü var ki en tehlikelilerindendir. Bu türden muhalifler işçi mücadelesinden yalnızca fikri olarak değil coğrafi ve mekânsal olarak da oldukça uzak. Kent merkezlerine hapsolmuş, orta gelir grubuna ait konforlu yaşamlarından ödün verip de ne bir organize sanayi bölgesi ne bir işçi havzası ne bir kent gettosu ne de yoksul emekçi mahallesine uğrarlar. Üstüne üstlük hakikatin sırrına ermişçesine çokça konuşup, emekçilere akıl vermekten geri durmazlar. Oysa iş harekete geçmeye geldiğinde ya oradan kaçarak uzaklaşırlar ya da bildikleri ezberi dayatmaya, başarısız olmuş tarzlarda ısrarcı olmaya devam ederler. Bu yüzden, onların, hırsız patron Vedat Akgiray’dan hesap sormak için Boğaziçi Üniversitesi önünde kendini zincirleyen, onlarca kez darp edilerek gözaltına alınan, Bimeks direnişinin öncülerinden Dilek Abla’mıza mücadele adına öğretebilecekleri bir şey yoktur. Önemli olan hareketin içinde, hareketle birlikte var olabilmek, zorlukları cesaretle göğüsleyebilmektir. Burjuva hayat tarzına teslim olmuşken etraflarında ne olup bittiğini, emekçilerin ve ezilenlerin nasıl yaşadığını, beklentilerini, öfkelerini, neleri göze alabileceklerini bilmez halde stratejiler üretirler. 

Umut-Sen, ön hazırlık çalışmalarının ardından ortaya çıktığı 2008’den bu yana işçi sınıfı hareketini komite, konsey, meclis gibi özörgütlenme pratikleri aracılığıyla mücadelelerin gelişim süreçlerinde yer almak, bu süreçlere müdahale etmek gibi bir misyonu dert edindi. İşçi hareketinin önünde bir Çin Seddi gibi konumlanmış işkolu sendikacılığı üzerine inşa edilmiş düzen ve onun mevzuatlarıyla sınırlanmış bir sendikal anlayışı reddetti. İşçi sınıfı bileşimindeki değişim, dönüşüm, parçalanmaları dikkate alan, işkolu darlığına hapsolmayan, işçi sınıfı ve etrafındaki emekçi halk kesimlerinin taleplerini birleşmeye, birleştirmeye teşvik eden mücadele pratiklerini “birleştirici, bütünleştirici tek sendika mantığıyla kavrayan, fiili, meşru, militan hareket tarzıyla davranan bir siyasal, toplumsal sınıf odağı oldu. Küresel esnek üretimin sınıf ilişkilerine, coğrafyalarına yansımasını ıskalayan Avrupa merkezci bakış açılarıyla işçi sınıfını yorumlayarak, eski statükocu sendikal normları bugünün hareketine dayatmaya devam eden yaklaşımların eleştirisi üzerine sınıfın gerçek konumlanışlarını dikkate alan esnek örgütlenme modellerini bizzat mücadele içinde yaratmayı hedefledi. 

Taşeron çalışmayı bu topraklardan kazımaya, göçmen işçilerin uğradıkları her türlü saldırıya karşı kalkan olmaya, üretimden tarıma, enerji havzalarına, organize sanayi bölgelerine, hizmet sektörünün tüm mekânlarında Umut-Sen’in var olması anlamına gelecek örgütlülükleri siyasal, sınıfsal, birleşik bir güç olarak inşa edeceğiz. Örneğin, her OSB için bir Umut-Sen Koordinasyon Merkezi kurulması orta vadeli, somut hedefimiz olacak. Doğanın metalaştırılmasına, yağmasına karşı gelişen proleter emekçi halk tepkilerinin örgütlü mücadelelere dönüşmesine, güçlü iç dayanışma ilişkilerinin, ağlarının örülmesine, tarım işçilerinin sendikalaşmasına, ürünlerinin sermayece yağmasının önüne geçecek kooperatif pratiklerinin geliştirilmesine odaklanacağız.

Hak-İş’in, Türk-İş’in, DİSK’in ya da emek zemininden hareketle siyasal iddialar taşıyan güçlerin hantallıkları ya da gelişim engelleyen genetik kalıplarıyla işçi sınıfı dinamiklerinin kavranması bir güç olarak geliştirilmesi imkânsızdır. Proletaryanın yurdun dört bir yanındaki yayılımının idrak edilmesi, tarihi yapan bu gücün güncel devrimci potansiyelinin önemini sözel düzeyde bile ıskalayan, onu kimliğe ve analiz verilerine hapseden anlayışların ufkunun ötesinde bir devrimci arzuyla, en zor tercihte bulunmayı öneriyoruz. En ağır, en zorlu yola talip olmayı öneriyoruz. Sınıfa hayatımızla, gelecek tercihimizle gitmek, sınıf coğrafyalarına yerleşmek, kaderlerimizi, siyasal, toplumsal kurtuluş arayışlarımızı ortaklaştırmak… Önerimiz budur. Eğitimli işli veya işsiz orta sınıfların psikolojik gelgitlerine dayalı politik stratejilere sol, sosyalist, komünist hatta devrimci öntakıları koymak ve bunu seçenek olarak pazarlamak dışında bir tahayyülü olmayanların karşısına biz tarihsel maddeciliğin rehberliğindeki proletaryanın devrimci barutunu devrimci siyasal toplumsal bir güç olarak örgütlemeyi koyuyoruz. Burjuvazinin sağ-sol güçlerine karşı proletaryanın gücü, zalimlerin gücünün karşısına ezilenlerin gücü, bireyciliğin karşısına kolektifin dayanışma gücü, patronların gücü karşısında işçilerin örgütlü gücü… 

Çağrımız proletaryanın fiziki coğrafyasında somut, ilişkisel biçimlerde yerleşerek, buralarda kökleşerek, geleceğe dair stratejik bir gerçeklik kazanmak, bütünleyici bir sınıf savaşı hazırlığını birlikte yapmak üzerinedir. Yeni işçi hareketi eskimiş, çürümüş olan ne varsa geride bırakarak, ayak bağlarından kurtularak, tamamen özgücüyle kurduğu bağımsız sendikalar, komiteler, meclisler aracılığıyla mücadeleyi yükseltmelidir. Madencilerin yiğit önderi Tahir Çetin ve Ali Faik İnter’in hayatlarını ortaya koyarak çıktıkları bu yolda, onların ışığında yürüme görevimiz var. Bizimle birlikte, sınıfsal, sendikal, siyasal bir odağı yurt genelinde aşkla, emekle, bedelle, ömürle inşa etmeye aday herkesi yanımızda sınıf kavgasına bekliyoruz.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler