spot_img
spot_img
Ana SayfaYazı15 Temmuz Ardından - Akın Emre Pilgir

15 Temmuz Ardından – Akın Emre Pilgir

15 Temmuz’da yaşanan darbe girişiminden bu yana iki hafta geçti. Bu süre zarfı içinde birçok şey yazılıp çizilmesine rağmen, varolan belirsizlik ortamı, yeni olgular ve soru işaretleriyle birlikte daha da arttı. Elbette öncesinde AKP iktidarının devlet içindeki konumu, devlet bileşenleri arasındaki ittifakın durumu ve yaşanabilecek koşullara dair tahminler belirtilmişti. Geçen süre zarfı içinde, çeşitli kesimlerden yaşanan hadiseleri değerlendiren tespitler, devletin farklı unsurlarınca yapılan açıklamalar ve geleneksel ülke siyasetinin aktörlerinin yorumları yoğun bir şekilde herkesçe takip edildi. Dolayısıyla bu yazıda bazı tespitler ve değerlendirmeler kısaca tekrar edilecek olsa da, yazıda asıl hedeflenen şey Türkiye solunun bugün içinde bulunduğu içler acısı duruma rağmen yaşanan açmazdan nasıl kurtulunacağı ve solun gerçek bir alternatif oluşturmasına yönelik temel stratejilerin belirlenmesine ilişkin bir tartışmanın ortaya serilmesidir.

Darbenin üzerinden geçen iki haftalık süre zarfı boyunca Türk solu yaşananları ve yapılan açıklamaları ekranlar ve medyadan takip etmeyi sürdürdü. Bu genel suskunluk hali solun darbeyle ilgili “yanlış” bir tutum almasını doğal olarak engelledi. Ancak önümüzdeki dönemde mevcut bilgi kirliliğiyle sağlıklı bir rotanın çizilmesine dair “doğru” bir şey de yapılamadı. Bu hususla ilgili son yaşananlara bakıldığında, CHP’nin kendi siyasetince doğru bir hamleyle yaptığı Taksim mitingi karşısında belli sol kesimlerin takındığı tutum oldukça düşündürücü. CHP’nin mantıklı bir şekilde AKP’yi sıkıştırdığı, darbe karşıtlığının AKP ile endekslenemeyeceğini gösterdiği ve bunu sosyal demokrasiye dönük olarak sol adına bir fırsata dönüştürmenin mümkün olduğu yazılıp çizildi. Tabii, miting öncesinde sol kesimlerden bazılarının belli taleplerinin alana taşınmadığı güçsüzlükle ya da bir öz-manipülasyon süreciyle açıklanabilir. Ancak ortada “geniş bir ittifak” düşüncesiyle ve “ne darbe-ne dikta” gibi söylemlerle, bu açılan alanın içinde kalmaya yönelik bir istek olduğu da kesin.

Oysa solun genel seyircilik hali artık bu tür “bayrak” mitinglerine ve CHP’ye ilişkin doğru tahliller yapmasının da önüne geçmiş halde. Bu miting üzerine, AKP rejiminin uluslararası çevrelere her şeyin yolunda olduğu imajını çizmesi, süregiden tasfiyeler sürecinde devlet makamlarına kendisiyle işbirliği yapan CHP ve MHP kadrolarının getirilmesi, böyle bir ittifaklaşma ile anayasa değişiminin gündeme alınması ve başkanlık sistemine hazırlanılması, HDP’nin bu denklemde olmayışı, AKP iktidarının bu zayıf anında boşluğu ulusalcı ve statükocu çevrelerin doldurması (yahut ona endekslenmesi), CHP’nin pazarlık süreci içinde AKP’ye yönelik genel eleştirileri (aynı Baykal döneminde olduğu gibi) sistem içinde soğurması ve daha birçok şey söylenebilir. Burada iki şeyi özetlemek gerekir: İlki bu tür sistem içi unsurlar arasında yeni uzlaşmalar üretecek siyasi adımların ve algı operasyonlarının etkisinden çıkılmalı, buna müdahale edilmeli veya analiz edilip alternatifler üretilmelidir. İkincisiyse, solun örgütsel anlamda zaafiyet içinde olduğu bu dönemde, CHP’nin tarihi ve yapısı göz ardı edilmeksizin ve onun bürokratizmine eklemlenmeksizin cumhuriyetçi kesimlerle ittifak yollarının aranmasıdır. Bu iki maddeden daha önemli bir husus da darbe girişimini yapan kesimlerin yenilgisi ve yaşanan tasfiye süreciyle, yeni bir devlet içi ittifakın örülmeye çalışılacağıdır.

Darbe girişiminden bu yana sol kesimlerde iki psiko-politik durum var. Bunlardan biri, bir tür yenilgicilik hissi. Erdoğan’ın elinin güçlendiğine ilişkin “derinlikli” analizlerle temellendirilen bu duygusal durum öyle bir noktaya varmıştır ki, kendi ilkeleri ve örgütlülüğü üzerinde durup düşünmeden yahut kendine ikmal yapmadan “faşizme karşı en geniş ittifakın” peşinde koşmaktadır. Elbette bu ittifak kendi başına yanlış değildir ancak öncelikle faşizme, sonrasındaysa Türkiye’ye dair analizlerin ışığında yapılmalıdır. Son haftalarda AKP’nin tasfiye sürecini derinleştirmesi kontrol iktidarın elindeymiş gibi bir his yaratmaktadır. Elbette politik iktidarın amacı öncelikle budur ama denetim büyük oranda kaybedilmiştir ve darbe güçleri yenilmiş olsa da yaşanılan tasfiye süreci iktidarın kendi kitlesi ve sermaye-uluslararası ittifaklar içinde de büyük bir belirsizlik doğurmuştur. AKP’nin ücretsiz yemek ve yollarla kitleyi seferber etme çabası “demokrasi dersi” vermekten ziyade tamamen dostsuz (ve içinde hainlerle) başbaşa kalmış bir iktidarın kendini yeniden konsolide etme ihtiyacıdır. Üstelik belirsizliği de giderememektedir. Dolayısıyla yapısal bir durum olarak ABD düşmanlığının yatıştırılma çabası ve Amerikan Genelkurmay Başkanının ağırlanmasıya güven verme çabaları sürdürülmektedir.

İkinci hakim halet-i ruhiye ise adeta katatonikleşmiş bir akıl hastasının aynı sözleri tekrarlaması gibi tarihi ezberlere sarılmasıdır. Kendi içine kapanmayı salık veren bu tutum da, yaklaşan sert koşullar karşısında yapılacak en doğru işin örgütsel bütünlüğün korunması ve örgütün devam ettirilmesi olduğu söylenerek temellendirilmeye çalışılıyor. Yine elbette örgütsel yapılar korunmaya değerdir, ancak bu tutumun toplumsal kesimlerden kopuk bir şekilde sürdürüldüğünde ve bu tutum, yeni mevziler açacak tahliller ve adımlarla beslenmediğinde bunun nasıl bir çürümeye yol açtığı ortadadır. Uzun zamandır ortada olan şey solun örgütsel yapılarını bir arada tutan şeyin belli somut tahliller ışığında toplum içinde yaptığı alan çalışmaları değildir. Yani ortada bir mevzi veya manevra savaşından ziyade, fikri-pratik ezberler üzerinde içine kapanmış yapılar vardır. Sınıf savaşımı içinde somut tavırlar alamayan bu örgütlerin “demokrasi”, “diktatörlük”, “faşizm”, “laiklik” gibi sözleri tekrar etmesi onları bu dönemin ideolojik şekillendirilme mücadelesi içinde özgün güçler kılmaya yetmez. Ancak maddi işler yapan diğer kesimlere eklemlenme, içlerinde çözülme ve manipülasyonlara kurban gitme kapılarını aralar.

Önümüzdeki dönemde, AKP’nin tasfiyelerinin cemaat unsurlarıyla sınırlı kalmayacağı ve sol-demokrat muhalefetin de hedef tahtasına alınacağı ortadadır. Hukuki hiçbir dayanağın olmadığı ve faşist mobilizasyonla medya manipülasyonlarının yarattığı tehdit koşulları altında, sol kesimlerin herhangi bir hazırlık ve eylem rotası belirlemeden örgütlülükleri içine kapanması çözüm değildir. Diğer yandan kendi özerk alanlarını savunmadan ve yeni mevziler elde etmeye çabalamadan, CHP gibi politik aktörlerle “geniş ittifak” çabası içine girmesi de, bu politik aktörlerin iktidarla kuracağı çelişkili ittifaklar içinde tamamen etkisiz kalması riskini taşımaktadır. Dolayısıyla acilen yeni bir rotanın çizilmesine, içinde bulunduğumuz halet-i ruhiyeden çıkılması zorunludur.

Öncelikle şunu söylemeliyiz ki, darbe girişiminden sonraki süreçte AKP hiç de rahat bir konumda değildir. Elbette bunu söylerken onun arkasına dizilmiş olan halk desteği küçümsenmemelidir. Bu grup ona büyük bir meşruiyet alanı sağlamaktadır. Fakat geçmiş dönemler boyunca toplumun birçok kesimini karşısına alması bu meşruiyet alanını oldukça sınırlamaktadır. Oysa emperyalizmin ve küresel kapitalizmin koşulları içinde varlığını sürdürebilmesi için bu meşruiyetin toplumun geniş bir kesimine tekrar yayılması gerekmektedir. Bir diğer gerçek de çatışma ortamının devam etmesi halinde, ekonomik krizle gündelik dertleri iyice ağırlaşmış sıradan AKP seçmeninin huzursuzluğudur. Faşist saldırılarla sindirme ve toplumun tamamını susturma izlenecek rotalardan birisidir ancak Kürt siyasi hareketinin varlığı ve Orta Doğu’daki karmaşık savaş koşulları bunu imkansız (ve daha az tehlikeli) kılmasa da güçleştirmektedir. Dolayısıyla AKP’nin bu dönemde izleyeceği politika, Taksim mitinginden sonra yaşananlarda da görüldüğü gibi, bürokrasi ve devlet aygıtı içinde oluşan çatlakları kendisini koruyacak şekilde doldurmak, yani devleti yeniden dizayn etmek olacaktır. Nitekim bu hedefinde eli hiç de rahat değildir. Çünkü egemen kesimler arasındaki ittifakın hakim bir kesimi şu anda yoktur. Ergenekon ve Balyoz davalarında mağdur olan kesimler, ulusalcılar ve şimdi CHP ve MHP kökenli bürokratlar tekrar gündeme gelmektedir. Bu durum AKP nin sokaktaki destekçileriyle hemen ve derhal kapanacak bir çatlak olmadığından, önümüzdeki dönem büyük pazarlıklara, iktidar oyunlarına ve gerilimlere kapı açmaktadır. Ancak yakın zamanda AKP’nin bu tasfiye sürecini, kendi lehine olacak ittifaklar ve çatlaklar yaratma kaygısıyla sürdüreceğini, CHP ile ittifaklaşma halinde sol kesimlerin de bundan nasibini alacağı ve bir referandum veya erken seçimle başkanlık sisteminin dayatılacağı beklenebilir.

Peki bu durumda solun önüne düşen görevler neler olmalıdır? Öncelikle kendi var olan örgütlülüklerinin ötesinde, faaliyet yürüttüğü, üyelerinin yaşadığı ve hayata müdahil olduğu tüm mevzileri (sokaklarda, işyerlerinde, mahallelerde ve ortamlarda) etkin bir şekilde savunması zorunludur. Bunu yaparken, oluşacak yeni gelişmelere derhal tavır almalı, bu alanlarda insiyatif geliştirebilmeli, yeni mevziler ve direnişler yaratabilmesinin önkoşullarını hazırlamalıdır. İkincisi, Türkiye’deki sol kesimin içinde bulunduğu ideolojik karmaşıklığı ve belirsizliği ortadan kaldırmayı hedeflemelidir. Somut tahlillerin yapılabilmesine dönük ve özgün bir arayış çerçevesine sahip bir ideolojik merkezileşme çabasına girilmelidir. Bu doğrultuda diğer muhalif örgütlenmeler ve kesimler arasında önümüzdeki süreçte stratejik bir harita işlevi taşıyan kesin bir ideolojik hat çizmelidir. Bunun yanında solun dokunduğu tüm alanda bilgi toplamalı, bunları işlemeli, mevcut yapılanmalara ve potansiyel müttefiklerine lojistik destek sunmalı, kitle içindeki mobilizasyonunu arttırmalıdır. Son olarak da, önümüzdeki belirsizlik ortamı içinde iktidar bloğu içindeki çatlakları, bunun toplumsal kesimler arasındaki yansımaları ve ağırlaşan emek-sermaye keskinliğini belirlediği ideolojik hat çerçevesinde kendi lehine dönüştürecek lojistik, propoganda, gösteri, iletişim çabalarına girmelidir.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler